“Gazeteye gittiğimizde Hastaydım. Doktor Sadullah Ağabey de gazetenin girişinde oturuyordu. Yanına gittim, beni muayene edince, “Kardeşim, bu hastalık vazifesini bitirince gidecek, senin reçeten Hastalar Risalesi. Buradaki devaları birkaç kez oku, sende hastalık diye bir şey kalmaz.’’ dedi. Zâten bütün maddî hastalıklarınarkasında manevî hastalıklar yatıyordu. O, bunu bana ders vermişti.
Mersin program notları -3- MUSTAFA GÖNÜLLÜ
***
“71 senesinde, Zübeyir Ağabey’in vefat ettiğini öğrenince Sungur Ağabey ile birlikte Kirazlı Mescit’e gitmiştik. Zübeyir Ağabey daha kefenlenmemişti. Ben de Zübeyir Ağabey’i daha önceden göremediğimden orada uzun uzun seyrettim. Hiç ölü gibi durmuyordu, uyuyor gibiydi.
“Oradan da gazeteye gittik. Ağabeylerle orada tanıştım. Hastaydım o sıralarda. Doktor Sadullah Ağabey de gazetenin girişinde oturuyordu. Yanına gittim, beni muayene edince, ‘’Kardeşim, bu hastalık vazifesini bitirince gidecek, senin reçeten Hastalar Risalesi. Buradaki devaları birkaç kez oku, sende hastalık diye bir şey kalmaz.’’ dedi. Zâten bütün maddî hastalıkların arkasında manevî hastalıklar yatıyordu. O, bunu bana ders vermişti. “Babam hapse girdikten sonra işini kaybetti, biz zor duruma düştük. Babam çıkınca mecbur kaldık, Mersin’e taşındık. Burada Nurlar’la irtibatımız devam etti çok şükür.”
Zalimler için yaşasın cehennem!
“1980 ihtilâlinden sonraki anayasa oylaması sonrası bizi içeri aldılar. Bizden 35 kişiyi aldılar, her halde o 35 kişi içerisinde beni zayıf gördüler ki, özel işkenceye tabi tuttular. Bunun sebebini de ben şöyle zannediyorum, Mustafa Hoca vardı imam, ben de müezzindim. Önce imamı aldılar, sonra beni.
“Üç aşamada bizi sınava tabi tuttular önce. Yazılı sınavda ‘’M. Kemal’i niye sevmiyorsunuz, niye düşmansınız” gibi sorular sordular. Sonra yazılıyı beğenmediler her halde, sözlü yaptılar. Onu da beğenmediler. Bu sefer gece saat ikide Mustafa Hoca ve beni uyandırdılar ve yine sorular sormaya başladılar.
“Ben de o zamanlar tıfılım. Sordukları sorulara ters ters cevaplar veriyorum.
“Niye sevmiyorsun?” dediklerinde, “Sevmek mucburiyetinde miyim, zorla insan sevdirilir mi, zalimler için yaşasın Cehennem.” tarzında cevaplar veriyordum. Hep böyle tahrik edici ifadeler kullanıyordum.
“Çünkü o da beni tahrik ediyordu. Ben de inadına öyle cevaplar veriyordum. Sonra üç kişi oldular, ellerinde demirlerle geldiler bu sefer. Bizim yüzümüzü, şeklimizi bozdular yani. Sonra da diğer kardeşlerimiz bu olaya şahit olmasın diye, beni komünistlerin ve ülkücülerin içine attılar. Orada biraz kendime geleyim, düzeleyim diye. Çünkü şeklim çok bozulmuştu. İnşallah kefaret olmuştur günahlarımıza.
“Kader adalet etti, ama onlar din düşmanı oldukları için öyle davrandılar. Biz iki üç kişi anayasada hayır dediğimizi bildikleri için..”
İstikamet, şahs-ı manevî!
“Sakın şahısperest olmayalım. Şahısların peşinden gitmeyelim. Dinleyelim, iyi şeyleri alalım, ama iyilikleri şahsa değil Risale-i Nur’a verelim. Her zaman şahsî manevînin içerisinde olalım. Şimdi istikamette olmanın en önemli yolu şahsî manevîdir. Şahıs hiç hükmündedir, diyor Üstad. Karşımızda küfür ehli, şahsî manevî oluşturmuş. Biz fert olarak bir şey yapamayız. Ancak şahsî manevî olursak üstesinden gelebiliriz.
“Elhamdülillah, Seyyar medrese hizmetimiz de devam ediyor. “Ehli dalâletin gezici kütüphaneleri var da neden bizim olmasın?” diyerek bu hizmeti yapmaya başladık Mersin Yeni Asya cemaati ile beraber.
“Bir arkadaş bana o zamanlar dedi ki, “Senin o zamanki, hemen çıkar çıkmaz derse gelişin bana o kadar tesir etti ki, bir kitap okusaydım o kadar tesir etmezdi. İşkence çekmişsin, hapishaneden çıkmışsın, hemen çıkar çıkmaz derse geliyorsun.”
“Bunu yıllar sonra söylemişti. Ben o zamanlar farkında değildim. O zaman daha iyi anladım ki, biz istihdam olunuyoruz. Güç bizde değil, dâvâda. Dâvâmız büyük, elhamdülillah...”
Biz de Basri Ağabey’e, biz gençlere şevk vesilesi olduğu için teşekkür ediyoruz ve ondan duâlar bekleyip duâlar ediyoruz.
Danyal Ateş’in yeri
Mersin Programı devam ederken Adana’dan iki arkadaşımız programda bizi ziyaret için geldiler: Hasan Hüseyin ve Tarık.
Programımızda beşinci günü, gezi günüydü. Normalde başka bir plan yapmıştık, ama Hasan Hüseyin kardeşimiz, dedesi Danyal Ateş’in mekânına gitmeyi bize tavsiye etti. Sabah namazından sonra Silifke’ye doğru yola çıktık. İlâhiler eşliğinde yolculuğumuz devam ederken yolda limon ağaçlarının muhteşem görüntüsünü seyre dalmıştım. Ağaçlar adet sapsarı idi. Limonların görüntüsü, yeşil yaprakları kapatmış, adeta sarı ağaçlar meydana çıkmış gibiydi.
Derken, Danyal Ağabey’in yerine vardık. Selâmlaşmalar ve kucaklaşmalar ile birlikte Göksu Nehri’nin muhteşem manzarası bize ‘hoş geldiniz’ diyordu. Mekân gerçekten çok güzeldi. Mekânın dizaynı da bizi etkilemişti.
Kahvaltı malzemeleri masalara taşınıyor, her bir tabak iştahları kabartıyor ve bizi şükre sevk ediyordu. İnce açılmış özel ekmekler ile kahvaltımızı yaparken, közde pişen çayı da beraberinde yudumluyorduk.
Kahvaltı faslı bittikten sonra mekânın altında bulunan ‘Nur dershanesine’ geçtik. Evet, Danyal Ağabey alt katı Risale-i Nurlar ile doldurmuş, orayı bir medrese haline getirmişti. Mekânda böyle bir yerin olması bizi çok mutlu etmişti. Burası sadece kahvaltı yeri değil, ayrıca bir ‘Nur menzili’ idi.
Daha sonra, portre dersimiz için Danyal Ağabey geldi. Bize önemli hakikatler paylaşmasıyla beraber, nasıl Nurlar’la tanıştığını bize anlattı.