- Fare deneyleri göstermiştir ki, GDO’nun kesin etkileri üç nesil sonra ortaya çıkıyor. Toplum mühendisliği tam da burada devreye girerek, GDO’lar hakkında araştırma yapılmasını ve toplumun sağlıklı bilgi almasını engelliyor.
- Konu ile ilgili, Ağustos 2009’da Scientific American dergisi ilginç bir araştırma yayımladı. Dergide yer alan araştırmaya göre, dev tohum şirketleri GDO’lu tohumları satmadan önce, alıcıya bir anlaşma imzalatarak alınan tohumlarla “bilimsel araştırma yapılmamasını” garanti altına alıyor.
Dizi: GDO meselesi - 9
Cenk Çalık
***
Dünyanın Hali!
Dünyamız artan adaletsizlikler ve ekonomik şartlar sebebiyle hızla, sosyal patlamalar yaşanacak günlere doğru gidiyor. Açlık, yoksulluk, işsizlik; Afrika ülkeleri başta olmak üzere birçok coğrafyada infiallere, iç savaşlara varan patlamalara sebep oluyor. Zenginle fakir arasındaki makas her geçen gün artıyor. Bu durumu koruma refleksinde bulunan insanların, insan öldürmeyi bile kendilerinde hak olarak görmeleri son derece düşündürücü.
Tarımda üretim yapamayan yoksul ülkelerin arazilerini başka ülkeler satın alıyor ya da kiralıyor. Meselâ biyoyakıt üretme amacı, Avrupa ülkelerini yabancı ülkelerde toprak kapatma yarışına sokmuş durumda. The Guardian Gazetesi yazarı John Vidal, Avrupalı şirketlerin Afrika’da 3.9 milyon hektar arazi toparladıklarını yazıyor.
Temiz Su!
Yaklaşık bir milyar insan temiz su ihtiyacını karşılayamazken verimli su kaynaklarının bu tür sağlığa zararlı ürünler için heba edilmesi, üstelik firmaların 0,2 sent seviyelerinde malettiği bir ton suyu 2 bin dolara satmaları sömürünün boyutlarını göstermesi açısından çarpıcıdır. Öte yandan bugün, dünyanın taşınabilir su kaynaklarının yüzde yirmi beşinden fazlası tek başına Coca-Cola’nın elinde bulunur. Hintli aktivist Vandana Shiva’nın da ifade ettiği gibi bu durum bile tek başına büyük bir insan hakları ihlâlidir.
Nitekim Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen Alternatif Su Forumu kararları da bu tesbiti destekler niteliktedir. Forumda alınan kararları özetle anlamaya çalışalım:
- Su bütün formlarıyla bir kamu malı ve suya ulaşım da temel ve devredilemez bir insan hakkı olarak tanınmalı.
- Su ticarî bir ürün değildir. Suyun özelleştirilmesini ve ticarileşmesini savunan bütün ulusal ve bölgesel yasalar reddedilmelidir.
- Suyun yönetimi ve kontrolü kamusal, sosyal, kooperatif, katılımcı, adil olmalı ve su üzerinden kâr amacı güdülmemelidir.
- Her bir insanın, beslenmesi ve sağlıklı yaşaması için gereken yeterli nicelikte ve nitelikte suya erişimi bir hak olarak tanınmalıdır.
- Su kaynaklarının kirlenmesinden sorumlu olan şirketler ve endüstriler; çevresel, insanî ya da ekonomik olarak verdikleri zararı tazmin etmek zorundadırlar.
- Mega projeler, barajlar, liman inşaatları, maden sömürüsü ve suyun şişelenmesi; tabiat kaynaklarını meta olarak gören, sürdürülemez su yönetimi modelleri olarak reddedilmelidir.
“Müslümanlar su, otlak ve ateşte ortaktırlar.” buyuran Efendimiz (asm), suyun fazlasının satılmasını da yasaklamıştır. (Bazı âlimler bu yasağın yağmur ve nehir suları için geçerli olduğunu ifade etseler de kimi âlimler, insanlar suya muhtaçken, bir kimsenin artan suyunu satmasının mekruh olduğu görüşündedirler.)
Yeryüzündeki suların sadece yüzde birinin içilebilir nitelikte olduğunu ve bunun da yüzde kırkını israf ettiğimizi hatırlayınca Efendimiz’in (asm) su ile ilgili hadislerinin önemi daha çok anlaşılıyor. Az olan bu suların bütün insanların ortak malı olması gerekirken birkaç küresel firmanın tekelinde bulunması ehl-i vicdanın yüreğini sızlatmalı.
Tarım Bakanlıkları!
Su üzerindeki hakimiyet, elbette dünyadaki kaynakların kontrolü için yeterli değildir. Bunun gıda kontrolü ile desteklenmesi gerekir ve yeri geldiğinde bunlar silâh olarak da kullanılmalıdır.
Time Dergisi’nin 11 Kasım 1974 tarihli sayısında yer alan bir makalede Henry Kissenger şöyle demiştir:
“Batı’da bir ayırma söylentisi artmakta. Eğer ABD; alıcı ülke dağıtımlarında iyileştirme ya da nüfus kontrolü yapmazsa, herhangi bir yardım gönderilmeyecektir. Bu gaddarca bir yöntem olabilir, ama geniş çaplı bir etki bu şekilde sağlanabilir. Bu ayırım durumu, bazı politik imtiyazlar doğurabilir. Washington kendini yardım etmeye mecbur hissetmeyebilir. Yiyecek bir silâhtır ve bizim müzakere çantamızdaki araçlardan biridir.”
Kissenger’in bir başka meşhur ifadesi şöyledir:
“Tarım, tarım bakanlıklarının ellerine bırakılmayacak kadar önemlidir.”
Elbette Henry Kissenger yalnız değil. Şer odaklarının şahs-ı manevisi adına hareket ediyor. O şer odaklarının amaçları ise dünyayı istedikleri gibi sömürmek, istemedikleri insanların bütün yaşama haklarını gasp ederek onları ölüme sürüklemek şeklinde özetlenebilir. Bunun için, GDO’lu tohumların kısırlaştırıcı özelliğinden yararlanarak ülkeleri ekonomik olarak kendisine bağımlı hale getirerek ve iç savaşlar çıkartarak bazı dayatmalarda bulunmaları da yaygın olarak kullandıkları yöntemler arasındadır.
Sosyal yönü daha iyi anlamak için lehte ve aleyhte ifadede bulunan bazı önemli kişilerin düşüncelerine göz atmak daha geniş manada idrake sevk edecektir:
Arjantinli bilim adamı Walter Pengue: “Bu yolda gidersek 50 yıl sonra hiçbir şey yetiştiremeyeceğiz.”
İngiltere başbakanının bilim danışmanı Prof. David King: “GDO teknolojisi kitlesel insan deneyidir.”
ABD’li gazeteci F. William Engdahl: “GDO’ya izin veren hükümetler soykırım suçu işliyor.”
Doç. Dr. Ümit Sayın: “Bu müdahale en ince, ‘derin devlet teknolojileri’, biyoteknolojiler ve sistematik, gizli, kara bilim yöntemleri ile yapılmaktadır. Kimse demese bile Türk halkı bu gidişe bir dur demelidir!”
İ.Ü. Onkoloji Enstitüsü’nden Dr. Yavuz Dizdar: “Lüzumsuz bir teknoloji, riski çok fazla. Denenmiş bir yöntem değil, bilinmeyen bir yöntem. İşin etik boyutuna bakılırsa Kur’ân’da direkt yazılmıştır ‘karıştırmayınız’ diye…”
Araştırmacı-yazar İsmail Tokalak: “Genetiği değiştirilmiş ürünler dünyadaki açlık sorununa çözüm getirmek açısından başarılı olamamıştır, fakat biyoteknoloji firmalarının kârlarını daha çok arttırmada çok başarılı olmuştur.”
Genetik bilimci Prof. Dr. David Suzuki: “Herhangi bir politikacı veya bilim insanı, bu ürünlerin (GDO) güvenli olduğunu söylüyorsa, ya gerizekâlıdır ya da bilerek yalan konuşuyordur.”
Baba Bush: “Genetiği değiştirilmiş mısır, soya fasulyesi, pirinç ya da pamuk gibi bitki ve yiyecekler ‘büyük ölçüde’ tabiî olanlara denktir!”
ABD’li ırkçı yargıtay üyesi Oliver Wendell Holmes: “Suç işlemelerini ya da embesillikleri yüzünden açlıktan ölmelerini beklemektense toplum, uygun olmayan soyların üremesine engel olabilir. Üç nesil embesil yeter… Şüphe yok ki; bütün bir toplum, bu insanların ölümüne dayanmaktadır. Birini öldürmezseniz, bir şekilde diğerini öldürürsünüz ya da doğumunu engellersiniz. “
Hayata Müdahale!
Kendinden olmayanı yok etme politikasının en önemli aşamalarından birini şüphesiz GDO’lu gıdalar oluşturuyor. Beslenme ve yaşama alışkanlıklarımız değişiyor. Çocukluğumuzu düşünelim. Obez çocuk yok denecek kadar azdı. Ya şimdi? Geleceğimiz olan çocuklarımız büyük tehdit altında. Sürekli hızlı ve kolay hayat dayatılıyor. Kolaycılığa alıştırılıyoruz. Hızlı hayatta sofralara yer yok. Fast-food denilen ayaküstü beslenme modeli empoze ediliyor. Hayat taklit edilmeye başlandığında elbette ki kültür de değişiyor. Evlâtlarımız dışarıda yemek yemeye özendiriliyorlar. Ev yemekleri küçümseniyor. Hamburger, pizza yemek varken nohutun, fasulyenin yüzüne bakan olmuyor!
Üstelik bu yaşama tarzı zahiren daha ekonomik hale getirilerek cazibelileştiriliyor. Araştırmacı Drewnowski, bir dolarla bin iki yüz kalorilik bisküvi ya da patates cipsi alınabilirken, aynı parayla ancak iki yüz elli kalorili havuç alınabildiğini söylüyor. Bu cipsleri mideye indirirken yanında içecek olsun diye sekiz yüz yetmiş beş kalorilik gazoz, yine aynı parayla yalnızca yüz yetmiş kalorilik portakal suyunun alınması nasıl bir obezite kıskacında olduğumuzu gözler önüne seriyor. Ayrıca 1985-2000 yılları arasında obezite yüzde kırk artmıştır. Sebebini anlamak zor değil. Meşrûbat hammaddelerinin üretimi için (başta mısır olmak üzere) çiftçilere sürekli destek verilerek maliyetler düşürülür. Böylece enerjili, lezzetli, sağlıksız “abur-cubur” kültürünün daha iyi yerleşmesi sağlanır. Bu kültür her an lezzetin, keyfin peşinden gider.
Günün her saatinde bir şeyler atıştıran, yiyen içen bir tüketici haline getirildik. Canımız ne istiyorsa hemen o isteğin karşılanmasının yolunu arıyoruz. “İstediğim şeyi istediğim zamanda yerim!” mantığıyla hareket ederek geleceğimizi tüketiyoruz. Hem zehirleniyoruz hem de bununla gurur duyan bir halimiz var.
Lezzete Kanmak!
Yemek, sağlıklı yaşamanın olmazsa olmazı iken; açlığı örten, zevk aracına dönüştürüldü ve insanlar hazzın esiri yapıldılar. Yani bir yemek ne kadar lezzetliyse o ölçüde değerli hale geldi. Tabiî olanın tadı, sun’î olanla bastırılarak, binlerce yıllık tatlar ve lezzetler unutturuldu. Sözde uzmanların ve yetkili kuruluşların GDO’lu gıdalar ve gıda katkı maddeleri hakkındaki tuhaf ifadeleri toplumu yanlış yönlendirdi. Reklâmlarda janjanlı ambalajlar içinde sunulan ve onlarca katkı maddesi ihtiva eden gıdalara çocuklarımız müptelâ edildi. Elinden çikolatası ya da şekeri alınan bir çocuğun tepkisinin ne kadar şiddetli olduğuna hepimiz şahit olmuşuzdur. Bu misal bile tek başına durumun vahametini ortaya koymaya yeter.
Soframızdaki gıdaya yabancılaşmış durumdayız. Şehirli tüketici, gıda ambalajlarının üzerindeki resimleri ya da televizyon reklâmlarında sunulan köy manzarasını gerçek sanıyor. Reklâmlarda gördüğümüz; karnı acıkan çocuklar için sebze toplayan güler yüzlü köylü kadınların, yemyeşil kırlarda yayılan mutlu ineklerin gerçek dünyayla uzaktan yakından ilgisi yok. Gıda, bize gösterildiği gibi üretilmiyor.
“Kötü yemek verirsen günah işlemiş olursun.” hakikatini yaşamalıyız. Aksi takdirde toplumu yıkıma götüren vetirenin bir parçası olmaya devam etmek durumunda kalırız. GDO’lu gıda tüketmenin sağlığımızı ve gelecekteki gıdamızı harap etmenin yanı sıra toplulukları zayıflatmak gibi bir de gizli maliyeti var. Anlık çözümler geleceğimizi tehdit ederken toplumun temellerini de sarsıyor. Eskiden toplum bütün tecrübesini, tohumunu büyük bir zevkle ve cömertlikle herkesle ücretsiz paylaşırken; patent altına alınan ve parayla satılan tohum dolayısıyla tarımdaki yardımlaşma ve paylaşım bitmiş durumdadır.
GDO Sözleşmeleri!
Fare deneyleri göstermiştir ki, GDO’nun kesin etkileri üç nesil sonra ortaya çıkıyor. Toplum mühendisliği tam da burada devreye girerek, GDO’lar hakkında araştırma yapılmasını ve toplumun sağlıklı bilgi almasını engelliyor. Konu ile ilgili, Ağustos 2009’da Scientific American dergisi ilginç bir araştırma yayımladı. Dergide yer alan araştırmaya göre, dev tohum şirketleri GDO’lu tohumları satmadan önce, alıcıya bir anlaşma imzalatarak alınan tohumlarla “bilimsel araştırma yapılmamasını” garanti altına alıyor. Şayet sözleşmeye aykırı olarak araştırma yapılırsa patent yasaları devreye sokulup maddî ve manevî ağır müeyyideler uygulanıyor. Fakat bu sözleşmede, bir istisna konulmuş. O da, şayet araştırmanız GDO hakkında olumlu bir bulgu ihtiva ediyorsa şirket sizi dâvâ etmiyor ve araştırmanızın yayınlanmasına izin veriyor.
Sözleşmelerle baskı altına alınan çiftçilerin içine düştükleri durum içler acısıdır. Gerçekleri bildikleri halde söyleme hakları “hukuken” ellerinden alınmıştır. Ancak şirketler için bu da yeterli olmamaktadır. Medya kullanılarak onların yaptıkları gizlenmekte, dahası propaganda yapılarak GDO’ların ne kadar yararlı olduğu hususunda toplum etkin bir şekilde yönlendirilmektedir.
Dr. Arpad Pusztai
Bütün bu bilgiler küresel aktörlerin nasıl bir hukukî ve siyasî güçlerinin olduğunu da belgeler niteliktedir. Bütün bu gayriahlâkî engellemelere rağmen her türlü riski göze alan bilim adamları vardır. Bunlardan biri olan Macaristanlı bilim adamı Dr. Arpad Pusztai’dir. Pusztai; GDO’lu patatesle beslenen farelerin bağışıklık sisteminin zarar gördüğünü ve bedenî gelişimlerinin geri kaldığını, bazı farelerin GDO’lu domates yedikten birkaç hafta sonra öldüğünü ispatlayan çalışmasından sonra bilimsel sahtecilikle suçlanır. Daha sonra onun, elde ettiği sonuçları açıklaması yasaklanır. 1999 yılında on dört ülkeden yirmi bilim adamı, Dr. Pusztai’nin çalışmasını incelemeye alıp bu çalışmanın doğruluğunu ispatlarlar. Sonrasında ise, doktorun çalıştığı Rowett Enstitüsü’nü baskılara boyun eğmekle suçlarlar. Bu enstitünün, GDO devi Monsanto’dan yüz kırk bin sterlin destek aldığı tesbit edilir.
Maalesef Dr. Arpad Pusztai gibi bilim insanlarının sayısı çok az. Baskılara boyun eğenler ve çıkarları uğruna gerçekleri gizleyenler çoğunluğu oluşturuyor.
ABD Balık ve Vahşi Hayat Servisi’nin yaptığı bir çalışmaya göre:
- Biyolojik türlerin korunması için tedbir alınması gerektiğini dile getiren bilim insanlarının yüzde kırk dördü bu bilgileri yayınlamamak üzere uyarılmıştır.
- Bilim insanlarının yüzde yirmisine verilerini ya da yorumlarını değiştirmeleri için baskı yapılmıştır.
- Bilim insanlarının yüzde elli altısı, ticarî çıkar söz konusu olduğunda; sonuçları değiştirilen bilimsel çalışmalar olduğunu bildiklerini dile getirmiştir.
Netice olarak her türlü ahlâksızlığı metot olarak benimsemiş küresel güçler bizleri GDO’lu gıdalara bağımlı hale getirerek dünyamızı ve ahiretimizi, kendi dünyalarında yaşadıkları gibi karartmak istiyorlar. Bu konuda bilinçlenmeli ve tavrımızı yaşantımızla ortaya koymalıyız vesselâm…
SON