“FETÖ/PDY davaları” kapsamında gerçekleştirilen ve AİHM’in de görüp gösterdiği kitlesel zulümlerle ilgili son yazımızı da şu cümlelerle bitirdik:
“En çok da olan ‘cemaat kavramı’na oldu. Bu zararlarda kusurun büyüğü hangi tarafta? Biz kalbimizi hükümden uzak tutmaya çalışıyoruz zira nihaî hükmü Allah verecek! Biz şunu ya da bunu değil, cemaat kavramının hukukunu korumakla meşgulüz.”
Bu cümleleri izah edebilmek için önce “biz” derken kimleri kast ettiğimizi ve sonra da bu mevzuda neyle mükellef olduğumuzu anlatalım.
Bunun için de Bediüzzaman’ın, 31 Mart ayaklanması sonrası İstanbul’da ilan edilen sıkıyönetim (Örfî İdare) sonrasında Örfî İdare Kumandanlığınca kurulan “Divan-ı Harb”de yargılanırken, mahkemece ağır suç (cinayet) sayılan hizmetlerini anlattığı kısımda yer alan Yedinci Cinayet’ten istifade edelim.
Bediüzzaman’a yapılan isnatlar arasında, ayaklanmanın mimarı gibi görünen İttihad-ı Muhammedî cemiyetine üyelik de var.
Oysa o, -diğer bazı kurucular ve üyeler gibi- bu derneğin bir kanadının siyasete girmesinden rahatsız ve derneği “sırf ibadete ve Sünnet-i Seniyyeye tebaiyete nakletmiş” olan, “o siyasî cemiyetten kat-ı alâka” eden ve “siyasete karışmayacak” olan üyeleriyle birlikte hareket etmiş.
Bediüzzaman orada “tarif ettiğim ve dahil olduğum ittihad-ı Muhammedînin (asm) tarifi budur ki” diyerek bir ittihad-ı İslam ve buna vesile olmak üzere kurulmuş bir dernek olarak İttihad-ı Muhammedî tarifi yapıyor.
Ardından, “İşte ben bu ittihadın efradındanım. Ve bu ittihadın tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa, sebeb-i iftirak olan fırkalardan, partilerden değilim. ” diyor.
Tarife göre bütün müminler o derneğin mensubudur: “Müntesipleri, kàlû belâdan dahil olan umum mü’minlerdir. Defter-i esmâları da Levh-i Mahfuzdur.”
Bütün dinî yayınlar bu derneğin yayınıdır: “Bu ittihadın nâşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiyedir. Günlük gazeteleri de, i’lâ-i kelimetullahı hedef-i maksat eden umum dinî gazetelerdir.”
Derneğin tuttuğu yol ise şudur: “Ve mesleği, herkes kendi nefsiyle mücahede, yani ahlâk-ı Ahmediye (asm) ile tahallûk ve sünnet-i Nebeviyeyi ihyâ ve başkalara da muhabbet ve -eğer zarar etmezse- nasihat etmektir.”
O zamanın İttihad-ı Muhammedi’si bu zamanın Yeni Asya’sıdır. Yeni Asya’nın yazarları ve sahiplenicileri bu ittihad için çalışır.
Elli beş senelik mazisi de gösterir ki; Yeni Asya, bugüne kadar siyasî ya da gayr-i siyasîhiçbir kavganın tarafı olmamıştır. (Yeni Asya’nın kendi siyasî tercihini ısrarla savunması bir kavga değildir. Dünyevî bir maksatla da değildir. Bu tercihi kavga sebebi yapanlarla da kavga etmez.)
Yeni Asya mü’minlerin birliği ve ittihadı için çalışır. Bu yönden bakıldığında Yeni Asya ve okuyucuları bir cemaat değil, bizzat yaşadığı ve neşrettiği ihlas ve uhuvvet prensipleriyle umum ehl-i iman cemaatinin temel değer yargılarını muhafaza ve müdafaa eden ve din hizmetlerinin sivil yönünü temsil ve teşvik eden bir ekiptir.
Başkaları bunun böyle olduğunu bilmiyorsa kusur o şaşı bakanlarındır. Ki zaman onlara da kendi bakışlarının hatasını göstermektedir.
Birbiriyle kavgaya tutuşturulan ehl-i iman gruplar arasındaki kavgaları dünya çapında önlemek ve manevî sulhü temin etmek Yeni Asya’nın asıl vazifelerinden birisidir.
Bunu yapmanın yolu da bellidir: Zarar vermeyecek şekilde nasihat etmek. Yani damara dokundurmadan doğruları söylemek.
Sözümüzü yüksekten söyleriz, “beğenen alsın” diye bekleriz. Abartmaya da süslemeye de ihtiyaç duymayız.
“Mağdur edebiyatı” yapmayız. Buna davet edenlere de “sadece bizden yana ol” diyenlere de kanmayız.
Zira biz mahkeme ya da hâkim değiliz. Sadece dileyenlerin arasında gönüllü hakemiz. Büyük mizandan en çok biz korkarız.
Zira mü’minler ancak ve sadece kardeştir ve dargın kardeşlerin arasını nasihatle düzelterek ittihad-ı İslam’ın yolunu açmak bu zamanın en mühim farz vazifesidir.