Son haftalarda ahlak, hukuk, istibdat, hürriyet ve ideolojiler hakkında yazdığımız bazı yazılarda liberalizmden de bahsettik.
Bazı okuyucularımız liberalizm ile komünizm arasında bir ilişki olup olmadığını sordular. Bildiğimiz kadarını yazacağız.
Komünizm aslında bir “komünal hayat özlemini gerçekleştirme” ideolojisidir.
Bu günkü anlamıyla ve orta çağdaki anlamıyla devletin olmadığı/bilinmediği çok eski dönemlerde, insanlar, komünler yani büyük aileler/sülaleler halinde yaşıyorlar ve “hep birlikte avlanıp hep birlikte eğleniyorlar”dı.
Komünist antropologlara göre, o insanlar, kollektif bilinç içinde yer tutan sınırlı hürriyetlerle yetiniyorlardı, özel mülkiyeti ve “benim …im” duygusunu bilmiyorlardı.
Karl Marks ve takipçileri, devletsiz toplumun (komünal hayatın) yeniden mümkün olabileceğini ve mülkiyet dengesizliğinden kaynaklanan ve kendisini bilhassa sanayi devrimi sürecinde gösteren eşitsizliklerin ve zulümlerin böylece ortadan kaldırılabileceğini düşündüler.
Bunun için insanların tektipleştirileceği bir devrim sürecini ve devletin kendi kendisini feshederek buharlaşabileceği bir yapısal dönüşümü tahayyül ve tasavvur ettiler.
Devletin yok olabilmesi için de öncelikle “zengin yutturmacası” dedikleri demokrasinin yıkılması ve proletarya diktatörlüğünün kurulması, devletin işçi sınıfının eline geçmesi ve üretim araçlarının da devletleşmesi gerekiyordu.
Bütün dünyada devletler birbirine bakarak birer ikişer bu “güzel ve adil” sisteme geçecek, “komünist enternasyonal” ortaya çıkacak ve sonra kısa bir zamanda devletsiz toplum modeline kendiliğinden geçilecekti.
Ancak bu hayalin gerçeklemesinin denendiği ülkelerin hiç birinde işler böyle yürümedi. Devlet yok olmadığı gibi kendisinden başka her şeyi de adeta yok etti. Büyüdü, hantallaştı. Özel mülkiyeti ve hürriyeti yuttu. Fazilet müsabakasını imha etti. Cilalı boya döküldü, foya meydana çıktı.
Böylece komünizmin teorisi de pratiği de çöktü.
Ancak o devletlerin çoğunda komünizm totaliter rejimlere dönüşerek sürüyor.
Avrupa’da yeşeren sosyal demokrasi ise ihtimallerden bir ihtimal olarak halen hayatta ve çeşitli renkleri ve tonları ile uygulamada.
Hürriyetperverler de denilen liberallere gelince.
Bilhassa pür liberaller denilen grubun ana fikri şu: En iyi ve en özgür toplum devletsiz toplumdur. Zira devlet insanın hürriyetini sınırlayan ve hatta gasp eden asıl aygıttır.
Liberallerin büyük çoğunluğu devletsiz toplumun –artık- mümkün olmadığını ve dolayısıyla devletin olabildiğince küçültülmüş ve sınırlandırılmış olduğu ve buna karşılık sivil toplumun ve demokrasinin güçlendiği bir toplum modelini hedeflemek gerektiğini savunuyor.
Buna karşılık bazı liberaller devletsiz toplumun mümkün olduğunu savunmaya devam ediyor.
İşte bu ikinci tür liberaller devletsiz toplum hedefi ve ideali yönünden komünistlerle benzer durumdalar. Fark sadece devletsiz toplum modeline ulaşma usulünde ve aşamalarında.
Aslında Bediüzzaman da bu iki aşırı ucu tarif ediyor. Şöyle:
“Risale-i Nur’un siyasetle alâkası yoktur. Fakat, küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşilik ve üstü olan istibdad-ı mutlakı, esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti ve âsâyişi ve hürriyeti ve adaleti temin eder.”
Ateizmin yaygınlaştığı bir toplum, ya pür liberallerin yolundan giderek hürriyetin Rafızilerinin emrine girer ve anarşiye düşer ya da hakbilmez müstebit ve ateist yöneticilerin yumruğu altında ezilir.
Konuyla ilgili olarak Nuri Çakır’ın Köprü Dergisinde yayınlanmış olan “Otorite, Nereye kadar? Ya da Arş ileri marş ileri an-arşileri” başlıklı -kolay okunan- ilginç yazısına da bakılabilir. Linki:
https://www.koprudergisi.com/bahar-2006/otorite-nereye-kadar-ya-da-mars-ileri-ars-ileri-an-arsileri/
Bir de bu ideolojiler hakkında dileyenler Tanıl Bora’nın “Cereyanlar (Türkiye’de siyasi ideolojiler), İletişim-2016” adlı, atıflı-delilli, akademik ve oldukça hacimli kitabına bakabilir.