-İsmailağa Camiinde bir cinayet işlendi, cinayeti işleyen de arkasından öldürüldü. Caninin linç edildiği iddiaları ortaya atıldı. Olayla ilgili en yalın gerçek şu: Ortada bir adli vak’a var. Bu araştırılacak, soruşturulacak, yargıda sonuç alınacak.
-Oysa olay, bu adli vak’a mahiyetinden çıkarılıp, cemaatlerle, tarikatlarla, onun üzerinden güvenlik bürokrasisindeki tasarruflarla, onun üzerinden hükümetle hesaplaşmaya dönüştü.
*Evet bir cemaat - tarikat sorunu hep canlı kalsın, istenir. Bir takım insanlar, dini duyguların da sağladığı coşkuyla farklı alanlarda topluma hizmet vermeli mi, yoksa hep örtülü bir tehdit unsuru olarak mı algılanmalı? Devlet hep, bir takım vatandaşlarından tehdit potansiyeli mi üretmeli? Dolayısıyla devlet, hep bir kısım vatandaşı ile sorunlu mu olmalı? İsmailağa adı altında korkunç bir örgüt ortaya çıkarmak, bu mantığın tabii uzantısı gibi görünüyor. “Mahmut efendi için çete davası açılacak!” Bakın şu işe... Hasta yatağından kaldırıp mahkemeye çıkarmak sistem adına ne müthiş bir başarı olurdu!!! değil mi? Fethullah hoca için açtık! Yargıladık, yargıladık, ne oldu? Ne kazanıyoruz böyle yapmakla ülke adına?
*Benim kanaatim şu ki, bu olay bahane edilerek, emniyet birimlerindeki farklı eğilimler birbirini altetmeye çalışıyorlar. Medyaya geçmiş dosyalardan bilgi servisi yapılıyor. Emniyet birimlerinin İsmailağa üzerine gitmediği, bunun sebebinin “emniyet içinde örgütlenmiş bulunan ideolojik yandaşlık” olduğu izlenimi oluşturulmak isteniyor.
*Bundan sonraki adımda ise, iktidarı, dindar toplum kesimlerinin üzerine yürütmek, bunu yapmadığında “irticayı koruyor” propagandasını işletmek, bunu yaptığında ise, iktidarı toplumsal zemininden koparmak hesapları yatıyor.
-Bu meselede CHP lideri Baykal’ın tavrı ayrıca üzerinde durulmayı hakediyor. Baykal bu olayda İsmailağa cemaatini suçlarken, “devlet içinde devlet”temasına sarıldı. Ona göre “İsmailağa’nın bir tek bardağı eksik”ti. Bu üslupla Baykal, yargı sürecini çoktan geçmiş, polis, savcı ve hakimlik statüsünü çoktan üstlenmişti; kesecek, biçecekti. Hadise, Baykal’ın derinden akan dünyasını bir kere daha su yüzüne çıkarmıştı. O, arasıra muhafazakarlara da seslenir, onlardan da başbakanlık dilenir, ama o hassas noktaya geldiğinde, kendine sahip olamaz, dindar kesimlerin üzerine veryansın etmekten kendini alıkoyamaz. İnsan düşünüyor, böyle bir adli vak’ada, Baykal başbakan olsa acaba nasıl davranırdı, polisi “cemaat”in üstüne nasıl gönderir, ortalığı nasıl tarümar ederdi?
-Olayın tahlilinde üzerinde durulması gereken bir başka konu, “ülke insanlarının kıyafet üzerinden aşağılanması” meselesinin bir türlü gündemden düşmemiş olmasıdır. Giysileri sebebiyle insanları aşağılamak, belki en gaddar özgürlük katlidir. Çarşaflı bir kadının resmini çekip, altına aşağılayıcı ifadeler yazmak. “İşte Türkiye” yollu propagandalar geliştirmek, insanların sakalını, saçını, başındaki veya üzerindeki giysiyi gülünçlükle tanımlamak bir türlü önü alınamayan sapkınlıktır. İnsanları giysileri yüzünden beğenmeme hakkı, insanlara kıyafet dikte etme hakkı, modayı en iyi ben bilirim iddiası, “benim hoşuma gitmeyen giysiyi bile giyme hakkın yok” dayatmacılığı... Yani neresinden bakacaksınız bu yaklaşımın hangi çağın toplum - yönetim ilişkisini resmettiğini okumak için?
(...)
Gelelim yeniden meselenin yalın niteliğine:
Ne var ortada?
Bir cinayet ve cinayeti işleyenin öldürülmesi...
Çalışsın yargı ve gerçeği ortaya çıkarsın. Herkes de işlediğinin bedelini ödesin. Ondan ötesi, yani bir topluluğu medyada yargısız infaza tabi tutmak, zaten açık biçimde yargıyı saptırma girişimi olacaktır.
ahmettasgetiren.com.tr, 14.9.2006
|