Cumhurbaşkanının ve askerî erkánın 30 Ağustos münasebetiyle yayımladıkları mesajlarda yine o bildik temalar ve kalıplaşmış sözler hakim. Nitekim Cumhurbaşkanı ‘birliğimizden ve bölünmez bütünlüğümüzden ödün verilmemesi’ gerektiğini söylüyor ve 30 Ağustos Zaferi’nin ‘Sevr düşü peşinde koşanlar’ın emellerini hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceklerini gösteren bir zafer olduğunu hatırlatıyor. Yeni Genelkurmay Başkanı da mesajının bir yerinde ‘Atatürkçü Düşünce Sisteminin çağdaş aydınlığından ülkeyi çağdışı bir karanlığa çekmek isteyenler’e veryansın ediyor.
İkide bir kulağımıza çarpan bu ‘birlik-bütünlük’ söyleminin ne işe yaradığını ben halâ anlayabilmiş değilim. Bu çağrıyı yapanların aynı zamanda türdeş ve tek-tip bir ‘ulus’ anlayışına bağlı oldukları—nitekim Cumhurbaşkanının mesajına da aynı düşünce hakim—göz önüne alındığında, bu, pek muhtemeldir ki birlikten çok ayrışmaya hizmet edecek bir söylemdir. Çünkü, o ‘birlik’i otorite marifetiyle sağlayan bir iradenin, kendilerine ‘hiçbiriniz farklı değilsiniz, hepimiz aynıyız’ denilenlerde hiç de hoş bir etki bırakmayacağı açık. Nitekim öyle de oluyor.
Hem sonra nedir bizdeki bu ‘birlik-bütünlük’ tutkusu? Medenî bir toplumsal varoluşun ille de kaynaşık bir kitle halinde olmayı zorunlulu kıldığını da nereden çıkarıyorsunuz? İnsanların ‘doğal’ hali benzerlikler kadar farklılıkları da içerdiğine göre, onları kaynaşık bir kitle haline getirmek demek farklılıklarını reddetmek demektir. Bu da ancak iki türlü cebir kullanımına yol açar: Farklılıkları yok etmek için baskı uygulamak ve farklılıkları telaffuz etmeyi yasaklamak.
İnsanların ‘ulus-devlet’in istediği gibi birlik-bütünlük içinde oldukları yakın zamanların, halkların merkezî bir otorite altında sıkı bir birlik halinde bir arada bulunmadıkları zamanlardan ‘insanlık durumu’na daha uygun olduğundan nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?...
Ya şu ‘Sevr düşü görenler’ nevzuhur ifadesine ne demeli?... Asıl böyle bir ‘düş’ görenlerin varlığına inananlar düş görüyor olmasınlar! Ama eğer gerçekten de ‘Sevr düşü görenler’ varsa, bunlar herhalde Türkiye’nin düşmanları olsa gerektir. Öyleyse, neden bunu ikide bir biz yurttaşlara, hepimize söylüyorsunuz? Yok eğer bununla Kürt ayrılıkçılığını kastediyorsanız, o zaman bu ithamı hepimize genelleştirmeyin ve sık sık da tekrarlamayın. Ne söylemek istiyorsanız sahici muhataplarına, ama açıkça söyleyin.
Son olarak, birkaç söz de ‘Atatürkçü Düşünce Sistemi’ için. Madem ki ‘çağdaşlık’tan ve bilimsellikten dem vuruluyor, o zaman hemen söylemeliyim ki, ‘bilim’ evreni içinde ‘Atatürkçü Düşünce Sistemi’ diye bir şey yoktur. Bu, esas olarak Genelkurmayın ‘Atatürkçülük’ serisinin ve benzer düşünceli bir-kaç akademisyenin kavram dağarcığında kendisine yer bulabilen bir deyimdir. Evet, ‘Atatürkçü Düşünce Sistemi’ diye bir şey yoktur; ama Atatürk’ün yaptıkları ve farklı zaman ve mekanlarda söyledikleri vardır ki bunları sistematik bir bütünlük içinde teorileştirmek de sahici bir sosyal bilim nosyonuna sahip herhangi bir kişinin ciddî olarak girişmeyi düşünebileceği bir iş değildir.
Bir de şu var: ‘Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin temsil ettiği iddia olunan ‘çağdaş aydınlığı’n kanıtı eğer onun adına konuşanların büyük bir övünçle kamu önünde sık sık dile getirdikleri görüşler ise, o zaman atıfta bulunulanın sahici bir aydınlık olduğundan cidden şüpheye düşmemek elde değil. Çünkü, bakıyorum da, özgürlük, insan hakları, çoğulculuk, farklılığa saygı ve demokrasi gibi sahici çağdaş değerlere ısrarla ve inatla karşı çıkanların içinde en büyük ağırlığı kendilerini Atatürkçü olarak tanımlayanlar oluşturuyor. Bunun büsbütün anlamsız olduğu söylenebilir mi?...
Star, 31 Ağustos 2006
|