Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Asker ve ezberi!

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt alınmasın, kızmasın. Bu ülkede askerin rolü tartışılmaya devam edecek.

Sivil-asker ilişkileri, askerin demokrasi içindeki yeri, sivilleşmenin önemi, askerin tarihteki rolü...

Bunların olumlu, olumsuz yanları akademik kuruluşlarda, medyada ele alınacak. Bilimsel çalışmalar yapılacak, kitaplar da, romanlar da yazılacak. Günahlar, sevaplar sergilenecek, sorgulanacak.

Bundan kaçış yok!

Çünkü kökleri modernleşme tarihimizin derinliklerine gider bu ülkede askeri rolü. Osmanlı döneminde, önemli reformların öncülüğünü de yapmıştır asker, ama tarihin bazı kepaze sayfalarını da yazmıştır.

Cumhuriyet gibi devrimci bir atılımı gerçekleştiren Atatürk ve dava arkadaşları da askerdir. Ama aynı süreçte, olumsuz sonuçları bugünlere kadar sarkan bazı aşırılık ve yanlışların altına da imza atılmıştır.

Demokrasideki ikinci sınıflığın, hukuk devletindeki az gelişmişliğin, Kürt meselesinin, din-devlet ilişkilerindeki sorunların, sivil toplumun gelişmesini engelleyen aşırı merkeziyetçiliğin, ekonomide gelişmeyi yıllar yılı köstekleyen devletçiliğin, askerin rejimdeki ağırlığının, bütün bunların tohumları Cumhuriyet devletinin kuruluş döneminde atılmıştır.

Sonra darbeler dönemi geldi.

27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül.

Darbenin ‘post modern’i 28 Şubat.

Asker yaptı bu darbeleri!

Demokrasinin, hukuk devletinin kolu kanadı her seferinde kırılırken, askerin rejim içindeki ağırlığı arttırıldı.

Böylece istikrar mı geldi Türkiye’ye?

Kalkınma yarışında mı uçtuk?

Hukuk düzeni mi mükemmelleşti?

Hiçbiri olmadı.

Ayrıca, asker başından itibaren Kürt sorunu ve Güneydoğu’yu da tekeline aldı. Sivillere kapadı bu alanı...

Çözebildik mi bu sorunu?

Kıbrıs’ta söz hakkı ve ağırlık son tahlilde her zaman askerin olmadı mı? Ama Kıbrıs, Türkiye’nin AB dahil bazı alanlarda manevra alanını daraltıcı bir sorun olmaktan bugün bile çıkabildi mi?

Laiklik çerçevesinde, eğitim öğretim alanında, üniversitelerde, birçok kilit noktada, özellikle 12 Eylül Anayasası’yla birlikte askerin eli güçlenmedi mi?

Yanlış anlaşılmasın.

Bu ülkenin sorunları, çıkmazları hiç kuşkusuz sadece ‘askerin rolü’nden kaynaklanmıyor. Elbette bunu demek istemiyorum.

Bu açıdan ev ödevlerini yapmayan, demokratik kültürden nasibini almamış, asker karşısında yıllar boyu demokratik ağırlık yaratamayan, siyasal ve ekonomik yapısal reformlar konusunda siyasal irade ve cesareti olmayan, aşırı uslu sivil siyaset sınıfı da fazlasıyla sorumludur yaşanmış olan olumsuzluklardan...

Ancak, Türkiye gibi askerin ağırlığı tarihin içinden gelen bir ülkede, askerin rolünü ve ezberlerini tartışmadan, sivilleşme ve demokrasi içinde askeri yerli yerine oturtmaya çalışmadan siyaseti normalleştirmek ve herşeyin başı olan siyasal istikrarı kalıcı kılmak mümkün olamaz.

Bu da asker düşmanlığı değildir.

Tam tersine çağdaş bir çabadır. Eleştirel bir gayrettir, daha iyiyi arayan...

Bu konuda, asker-sivil ilişkilerini kapsayan önemli bir rapor yayınlandı bu yıl içinde. TESEV ile DCAF (Cenevre Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Denetimi Merkezi) tarafından hazırlanan kapsamlı raporun adı şöyle:

“Almanak Türkiye 2005: Güvenlik Sektörü ve Demokratik Denetim”

Türkiye’nin güvenlik alanında çağdaşlaşmanın neresinde olduğunu araştıran raporda yok yok.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, Milli Güvenlik Kurulu’nun, Jandarma’nın, MİT’in, askeri yargının, polisin, polis istihbaratının, Jitem-Jit’in, özel güvenliğin, köy koruculuğunun, Özel Harekat’ın, bütün bunların demokratik hukuk devleti ile bağdaşan, bağdaşmayan yönleri ele alınıyor. Bu alanlarda demokratik denetim konusu gündeme getiriliyor.

Türk demokrasisine bir katkı niteliği taşıyan bu tuğla gibi kalın raporun editörlüğünü, asker-sivil ilişkileri alanında Türkiye’de çok değerli bir uzman olan Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ümit Cizre yapmış.

Ahmet Yıldız, Zühtü Aslan, Gencer Özcan, Ümit Kardaş, Lale Sarıibrahimoğlu, İbrahim Cerrah, Ertan Beşe, M. Bedri Eryılmaz, Ferhat Ünlü, Önder Aytaç, Itır Toksöz ve Volkan Aytar isimli akademisyen ve uzmanlar da bu değerli çalışmada yer alan isimler.(x)

Demokratik tartışmanın sesini kesmenin herhangi bir yararı yok. Bırakalım herşey serbestçe tartışılsın. Duyguyu değil, aklı esas alalım. Ezberleri sorgulanmayan toplumlar ilerleyemez!

—————————————-

x Bu raporla ilgili olarak Şahin Alpay’ın Zaman gazetesinde çıkan 6.12.05 ve 8.07.06 tarihli köşe yazılarına da bakılabilir.

Milliyet, 1 Eylül 2006

Hasan CEMAL

02.09.2006


 

Böyle bir düşünce sistemi yok

Cumhurbaşkanının ve askerî erkánın 30 Ağustos münasebetiyle yayımladıkları mesajlarda yine o bildik temalar ve kalıplaşmış sözler hakim. Nitekim Cumhurbaşkanı ‘birliğimizden ve bölünmez bütünlüğümüzden ödün verilmemesi’ gerektiğini söylüyor ve 30 Ağustos Zaferi’nin ‘Sevr düşü peşinde koşanlar’ın emellerini hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceklerini gösteren bir zafer olduğunu hatırlatıyor. Yeni Genelkurmay Başkanı da mesajının bir yerinde ‘Atatürkçü Düşünce Sisteminin çağdaş aydınlığından ülkeyi çağdışı bir karanlığa çekmek isteyenler’e veryansın ediyor.

İkide bir kulağımıza çarpan bu ‘birlik-bütünlük’ söyleminin ne işe yaradığını ben halâ anlayabilmiş değilim. Bu çağrıyı yapanların aynı zamanda türdeş ve tek-tip bir ‘ulus’ anlayışına bağlı oldukları—nitekim Cumhurbaşkanının mesajına da aynı düşünce hakim—göz önüne alındığında, bu, pek muhtemeldir ki birlikten çok ayrışmaya hizmet edecek bir söylemdir. Çünkü, o ‘birlik’i otorite marifetiyle sağlayan bir iradenin, kendilerine ‘hiçbiriniz farklı değilsiniz, hepimiz aynıyız’ denilenlerde hiç de hoş bir etki bırakmayacağı açık. Nitekim öyle de oluyor.

Hem sonra nedir bizdeki bu ‘birlik-bütünlük’ tutkusu? Medenî bir toplumsal varoluşun ille de kaynaşık bir kitle halinde olmayı zorunlulu kıldığını da nereden çıkarıyorsunuz? İnsanların ‘doğal’ hali benzerlikler kadar farklılıkları da içerdiğine göre, onları kaynaşık bir kitle haline getirmek demek farklılıklarını reddetmek demektir. Bu da ancak iki türlü cebir kullanımına yol açar: Farklılıkları yok etmek için baskı uygulamak ve farklılıkları telaffuz etmeyi yasaklamak.

İnsanların ‘ulus-devlet’in istediği gibi birlik-bütünlük içinde oldukları yakın zamanların, halkların merkezî bir otorite altında sıkı bir birlik halinde bir arada bulunmadıkları zamanlardan ‘insanlık durumu’na daha uygun olduğundan nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?...

Ya şu ‘Sevr düşü görenler’ nevzuhur ifadesine ne demeli?... Asıl böyle bir ‘düş’ görenlerin varlığına inananlar düş görüyor olmasınlar! Ama eğer gerçekten de ‘Sevr düşü görenler’ varsa, bunlar herhalde Türkiye’nin düşmanları olsa gerektir. Öyleyse, neden bunu ikide bir biz yurttaşlara, hepimize söylüyorsunuz? Yok eğer bununla Kürt ayrılıkçılığını kastediyorsanız, o zaman bu ithamı hepimize genelleştirmeyin ve sık sık da tekrarlamayın. Ne söylemek istiyorsanız sahici muhataplarına, ama açıkça söyleyin.

Son olarak, birkaç söz de ‘Atatürkçü Düşünce Sistemi’ için. Madem ki ‘çağdaşlık’tan ve bilimsellikten dem vuruluyor, o zaman hemen söylemeliyim ki, ‘bilim’ evreni içinde ‘Atatürkçü Düşünce Sistemi’ diye bir şey yoktur. Bu, esas olarak Genelkurmayın ‘Atatürkçülük’ serisinin ve benzer düşünceli bir-kaç akademisyenin kavram dağarcığında kendisine yer bulabilen bir deyimdir. Evet, ‘Atatürkçü Düşünce Sistemi’ diye bir şey yoktur; ama Atatürk’ün yaptıkları ve farklı zaman ve mekanlarda söyledikleri vardır ki bunları sistematik bir bütünlük içinde teorileştirmek de sahici bir sosyal bilim nosyonuna sahip herhangi bir kişinin ciddî olarak girişmeyi düşünebileceği bir iş değildir.

Bir de şu var: ‘Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin temsil ettiği iddia olunan ‘çağdaş aydınlığı’n kanıtı eğer onun adına konuşanların büyük bir övünçle kamu önünde sık sık dile getirdikleri görüşler ise, o zaman atıfta bulunulanın sahici bir aydınlık olduğundan cidden şüpheye düşmemek elde değil. Çünkü, bakıyorum da, özgürlük, insan hakları, çoğulculuk, farklılığa saygı ve demokrasi gibi sahici çağdaş değerlere ısrarla ve inatla karşı çıkanların içinde en büyük ağırlığı kendilerini Atatürkçü olarak tanımlayanlar oluşturuyor. Bunun büsbütün anlamsız olduğu söylenebilir mi?...

Star, 31 Ağustos 2006

Mustafa ERDOĞAN

02.09.2006


 

Resmî bayram baloları

Atatürk, eşleriyle baloya gelmeyenlere yüz verilmemesini önermişti çevresine...

Uzun süredir resmi bayram gecelerinin militer ağırlıklı resepsiyonlarından, dans görüntüleri yansımıyordu medyaya.

Son Zafer Bayramı resepsiyonunda, yeni Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyakanıt’ın gerek eşiyle, gerek hanım bir tabip teğmenle dans etmesinin fotoğrafları, genellikle çarpıcı başlıklarla yayımlandı basında.

***

21. yüzyılın 6’ncı yılı da sonuna yaklaşırken; resmi bayram gecelerinin gerek balolarla renklendirilmesi, gerek üst düzey makam sahiplerinin o balolarda dans etmeleri, neden bu kadar önemliydi Türkiye’de?

***

Çünkü Türkiye’de balo ve dans; ekonomik altyapılardaki değişimlerin bahçıvanlığını yaptığı Anayasa hukukuyla, Ceza hukukundaki maddeleşmiş çağdaşlık çerçevelerinden, çok daha simgesel çağdaş bir uygarlık gösterisiydi.

***

Dans edenler ve edemeyenler ayrımı; aynı zamanda Atatürk ilke ve inkılaplarını benimseyenlerle, benimsemeyenler ayrımını da saptıyordu.

Fransız İhtilali’yle aynı tarihlerde tahta çıkan 3’üncü Selim, “Nizam-ı Cedit-Yeni Düzen” dönemine ilk adımı atmıştı. Ve kafirleşmeye karşı çıkan Kabakçı Mustafa baş kaldırısıyla; hem tahtından, hem hayatından olmuştu.

1839’da Sultan Mecit, Fransız burjuvazisini örnek alan “Tanzimat” dönemini başlattı.

Ve geldik 21. yüzyılın 6’ncı yıl bitimine...

Karşımızda yine dans edenler ve edemeyenler ayrımı...

***

(...) Cumhuriyet balolarıyla ilgili yığınla söylenti dolaşırdı evlerde.

Balolara eşlerini götürmeyen üst düzey bürokratların adlarından söz edilirdi.

Atatürk, eşleriyle gelmeyenlere yüz verilmemesini önermişti çevresine...

Milliyet, 1 Eylül 2006

Çetin ALTAN

02.09.2006


 

Gerçek bir rüya

Siyasetçi ve bürokratlarımızın artık iyice kanıksanan, giderek basmakalıp hale geldiği ölçüde içi boşalan resmi söylemleri geçen hafta ‘mecburen’ yeniden gündeme geldi.

30 Ağustos münasebetiyle söylenebilecek gerçek mesajlar yerine ‘söylenmesi gerekenlerin’ revaçta olduğu birkaç gün daha geçirdik. Ne yazık ki siyasetçi ve bürokratlarımızın anlayamadığı bir husus var: Söylenmesi gerekenleri bu denli tekrarlar ve başka da bir şey söyleyemezseniz, insanlar sizin gerçek bir düşünceye sahip olup olmadığınız konusunda kuşkuya kapılabilirler... Ama öte yandan da bir devlet geleneği var ve kendisini ‘sorumlu’ addeden kişiler belki de isteseler bile bu söylemin dışına çıkamıyorlar. O nedenle kutlamalar türünden her ‘ulusal’ fırsatta etrafı ‘bağımsızlık’, ‘çağdaşlık’, ‘aydınlık yarınlar’ türünden tam olarak ne oldukları hiçbir zaman toplumsal düzlemde tartışılmamış, dolayısıyla içi doldurulmamış sözcükler istila ediyor. Verilmek istenen mesaj Türkiye’nin bu ‘sağlam’ temel üzerinde barış ve huzur yaratan bir rejim ürettiği, saygın bir ülke haline geldiği... Ancak işin böyle olmadığını görmek için fazla bir zekaya sahip olmak gerekmiyor: Toplum içinde hiçbir dönemde barış ve huzur sağlanamadığı süregiden Kürt ve Alevi ‘meselelerinden’, dindar/laik geriliminden, gayrimüslimlere yönelik sistematik hak gasplarından belli. İkide bir darbe yapan ve ülkenin gerçek sahibi olarak kendisini ‘atayan’ bir askeri bürokrasinin varlığı da herhalde yeterli bir kanıt. Buna karşılık kâğıt üzerinde ‘kırmızı’ olarak çizilen, topluma anlatıldığında iyice ‘kızıllaşan’, ama dünya önüne çıktığında ‘pembeleşip buharlaşan’ çizgilerimizin de pek saygınlık yarattığı söylenemez. Nihayet bilim ve sanat alanında YÖK’üyle eğitim kurumunun, hukuk alanında etrafımızdaki kurumsal yapısı ve insan malzemesiyle yargının da evrensel bir nitelikte olduğunu herhalde kimse iddia edemez...

Kısacası biz istediğimiz kadar böbürlenelim, bugüne kadarki performansımız açık bir başarısızlıktır. Ülkeler ve toplumların kendi geçmişlerine göre ‘ilerlemeleri’ marifet değil... Asıl soru ülke ve toplumların mukayeseli olarak dünyaya zihniyetsel olarak ne denli adapte oldukları ve bu adaptasyonu kendi refah ve huzurları doğrultusunda nasıl materyalize ettikleridir. Bugün kendilerini sorumlu mevkiine koyanların bilmesi gerekir ki bu başarısızlıkta en büyük pay kendilerine aittir ve bunun ağırlığını şablon bir söyleme sığınarak hafifletmek veya ‘suçu’ başkasına atmak mümkün değildir. Bu bağlamda TSK’nın da kendini eleştirel bir perspektiften ‘okuması’ gerekiyor. Çünkü bu toplumun otantik değişim dinamiğini hâlâ irtica ve bölücülük tehdidi ile dizginleyebileceklerini sananlar yanılıyorlar.

Demokrasi, toplumların geleceğini bir sonraki neslin belirsizliğine teslim etme cesaretini gösterebilmektir. Zamanın ruhu ise demokratik ilkelerin derinleşmesini ima ediyor. Yani bu ülkede gerçekten de huzur ve barış isteniyorsa, dış dünya karşısında saygınlık özleniyorsa, bunun yolu demokrasiye razı gelmekten geçiyor. Demokrasiye razı gelmenin en belirgin unsurlarından biri ise askerler ve genelde ‘güvenlik’ üzerinde sivil denetimin oluşması, askeri bürokrasinin imtiyazlı konumu daha fazla hasar görmeden terk etmesidir. Kabullenmekte zorlandığı değişimi “bu rüya gerçek olmayacak” cümlesiyle karşılayan yeni Genelkurmay Başkanı’nın, bugün TSK sözcülerinin ağzından vazedilen ‘dünyanın’ da olmayacak bir rüyayı ifade ettiğini görmesinde yarar var.

Türkiye başarılı olmaya, gerçek bir huzur ve barışa aç ve muhtaç... Bu yolda demokratik adımları engellemeye yönelik her adım, her kişi veya kurum, kendi rüyasının peşinde koştukça Türkiye’ye zarar verecek ve tarih önünde bu sorumluluğu taşıyacak.

Zaman, 1 Eylül 2006

Etyen MAHÇUPYAN

02.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004