Genelkurmay Başkanı değişikliğinin çok fazla söze ve tartışmaya konu olması acaba doğru mu? Silahlı Kuvvetler’in her şeyden önce kurumsallaşmış bir yapısı var.
Akıl ve tecrübe ile test edilmiş teamüller işliyor; atama ve yükseltmelerde liyakat ve ehliyet esası gözetiliyor. Bu kurumun yapısında ve istikametinde kişisel tercihlere hatta üslup farklarına göre değişiklik yapılamaz. O zaman görev değişiklikleri neden bu kadar çok spekülasyona konu oluyor? Bir güvenlik zaafı ile, modern tabirle güvenlik yönetişiminde bir aksaklıkla karşı karşıya olmadığımızı anlamak için, bu spekülasyonların sebeplerine eğilmek lazım.
Konuşacak konu açığı yaz aylarında artıyor. Medyanın sıcak gündem ihtiyacı, zaferler ayı olan ağustos boyunca Silahlı Kuvvetler’deki atama ve yükseltmelerle karşılanıyor. Güvenlik bürokrasisindeki değişiklikler “haber dolgusu” olarak kullanılıyor. Bu durumun önüne geçmek için atamaların ağustostan kış aylarına alınması zor olacağına göre, daha sakin, soğuk ve resmî beyanlarla duruma vaziyet edilmesi şart. 30 Ağustos, Cumhuriyet Bayramı gibi bayramların içinde bol miktarda “kin”, “nefret”, “kan”, “hesap sorma” gibi kelimelerin geçtiği “sert” mesajlara vesile edilmesi, bu millî günlerin “bayram” niteliğini gölgeliyor.
İkinci sebep, orduların alışkanlıklarıyla ilgili. Savaşmayan ordular iki şey yapar: Tören ve eğitim. Soğuk Savaş döneminde, Sovyetler silahlı gücünü tören alanlarında sergilemeyi propaganda savaşının kuralı haline getirmişti. Bugün bizim 30 Ağustos törenlerindeki silahlı güç gösterimizin benzerini Kuzey Kore ve İran gibi istisnaî şartlara sahip ülkeler dışında kimse yapmıyor. Çünkü bir ülkenin gücü ve askerî caydırıcılığı, bir uluslararası güvenlik dergisinde rahatlıkla bulabileceğiniz silah kapasitesi ve sayısı ile ölçülmüyor. Ağırlığınız küresel ekonomideki rekabet gücünüzle belirleniyor. Dünyanın toplam askerî harcamalarının yarısını harcayan ABD’nin ordusu da, Amerikan sermayesinin çıkarlarını koruduğu için varlığını sürdürüyor. Fener alayları, sebebini herkesin unuttuğu bir alışkanlık haline geldi; artık toptan kaldırılmalı.
Üçüncü sebep, demokratik siyasetin dengeleri dışında kalan güç avcılarının, çıplak-silahlı güçle yakınlık kurma gayretleri olmalı. Toroğlu’nun “Kodum mu oturtacak Genelkurmay Başkanı” arayışının, Özkök’ün görev süresinin bitimine rastlaması güç arayanların fırsatçılığını ve yeni gelene tabasbuslarını yeteri kadar temsil etti.
Günümüzün güvenlik anlayışı bir ülkenin güvenliğini askerî bürokrasinin yönetimine değil, sivil-askerî bürokrasi, demokratik kurumlar, özel sektör ve halk arasında bir yönetişime emanet ediyor. Askerî alanda “çağa ayak uydurmak” bu yönetişimi geliştirmek demek.
Dört yıldır sürdürdüğü görevi devreden Hilmi Özkök, bu yönetişim anlayışının liderliğini üstlenmiş ve somut ilerlemelere imza atmıştı. Komuta kademesine yerleştirdiği “sesin gürlüğüne değil aklın önderliğine itaat etmek” düsturu , Özkök’ün geride bıraktığı çıtanın yüksekliğine delildir. Dünyadaki gelişmelere uygun olarak “sert güç”ün yanına “yumuşak güç”ü (soft power) yerleştirmesi ve bu gücün niteliğine uygun bir yapılanmaya önayak olması, güvenlik perspektifinde artık aşılmış bir merhaleyi ifade etmektedir. Son günlerde tartışma konusu yapılan kuvvet komutanlıklarının lağvedilmesi meselesi de, Özkök’ün “modern bir silahlı kuvvetler” oluşturma gayretini yansıtmakta idi. Özkök’ün epeyce mesai harcadığı “operatif örgütlenme” modeli kaynak israfını azaltan, bürokratik engelleri ortadan kaldıran ve modern dünya orduları tarafından da yaygın olarak benimsenen bir modeldir.
Özkök, “Birinci sınıf bir devletin ordusu olmak” hedefini komuta ettiği ordunun önüne koymuştu. Öbür tarafta gençsubaylar rahatsızcıların hayallerini süsleyen “silahlı gücün kontrolündeki devlet” özlemi, sivil generallerin kafasında olduğu gibi duruyor. Türkiye, tarihiyle, birikimiyle, halkının yetenekleri ile “birinci sınıf bir devlet”e sahip olmayı fazlasıyla hak ediyor.
Zaman, 29 Ağustos 2006
|