|
|
|
‘Ali Babacan nerede?’ |
“Dost acı söyler” diye bir atasözümüz var.
Bizim siyasetimizde bu sözün hiçbir hükmü yoktur. Bir düşünün.
Çevrenizde birçok yakınınız ve “güya” dostunuz var.
Ama hiçbiri “acı” ve fakat “doğru” olanı söylemez.
Zaten doğru olan can sıkıcıdır.
Moral bozucudur.
Neme lâzım der, siz de “etrafınızı” böylelerinden arındırırsınız.
Ne olur sonrasında?
“Kerametleriniz” karşısında el pençe divan duran “sağlam”(!) bir yakın çevre oluşur.
Farklı ses çıkmaz.
Bu çevre kolay kategorize edilenlerden oluşur.
Bir ara Fehmi Koru yazmıştı.
Ve böyle bir çevre, öncelikle zor kategorize edileceklere karşı cephe açar. Başarılı da olur.
Kimsenin göremediğini sadece siz ve onlar görürsünüz.
“Mültefit” değerlendirmelerini her fırsatta ve topyekûn arz ederler.
Laf aramızda; bunları duymak güzeldir de...
* * *
Ve fakat elin oğlu bilmez.
Ne bizi bilir.
Ne de bizdeki “alan razı veren razı” oyununu bilir.
Bilmeyince de çıkıntılık yapar.
Ve en olmadık zamanda soruverir.
Yazının başlığındaki soru böyle bir soru. Soran da Financial Times Gazetesi.
Gazete, Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki anlayış farklılığının ilişkileri olumsuz etkilediğini yazmış.
Ve Başmüzakereci Ali Babacan’ın Brüksel’e çok az gittiğini, genelde Ankara’da olduğunu eklemiş.
Elhak doğrudur.
AB ile ilişkilerde yaşananların farkında olmayan var mı?
Çoğunun işine neme lazım diye susmak geliyor.
Birkaç kişi de ayıp olmasın diye özenle seçilmiş cümlelerle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a anlatmaya çalışıyor.
Zavallıların seçtikleri, “Ali Babacan’ın yükü de epey ağırlaştı” falan gibi cümleler.
Bunlar da asıl söylemek istediklerini anlatmaya yetmeyince, işin doğrusunu söylemek elin oğluna kalıyor.
Ne olacak şimdi?
Hemen birileri Başbakan’a gidip, “Efendim, bunların böyle yazmalarının sebebi, yerine getirmediğimiz istekleridir” mi diyecekler?
Böylesi gerekçeleri Türkiye’de hálá dinleyenler olabilir.
Dünyaya da aynı gerekçeleri mi sunacaklar?
* * *
Financial Times’ın yazdıkları doğrudur.
Böyle yazdık diye, verdikleri haberin kayıtsız şartsız arkasında olduğumuz da sanılmasın.
Onların haberinde de, eksikler ve hatta yanlışlar var.
Adamlar sizin, bizim yeterince açık söylemediklerimizi açıkça yazmışlar. Doğru.
Ama “Ali Babacan nerede” diye sorarken ve Ankara’da çok takılıyor diye yazarken, nereden bilsinler ki Kenya’da safariye gitmiştir!..
Dostum Ahmet Utlu’nun kulakları çınlasın.
Ondan da iyi biliyorum ki, günümüz dünyasında masa başında gerekecek pek çok deneyim, vahşi doğada kazanılıyor.
Bana göre, Ali Babacan da Kenya’daki safariden çetin müzakere süreci için pek çok ders çıkarmıştır.
Bunların neler olduğunu, önümüzdeki günlerde göreceğiz...
Hürriyet, 29 Ağustos 2006
|
Cengiz Özdemir
30.08.2006
|
|
|
Ulusalcıların umudu Büyükanıt Paşa |
Hilmi Özkök Paşa’yla bugüne kadar tanışmadım. Ama Genelkurmay Başkanı olduktan sonra kendisini yakın takibe aldığımı söyleyebilirim.
İlk istihbarat kaynaklarım Türk diplomatlarıydı. Özkök Paşa’yla birlikte seyahat etmiş, toplantılara katılmış, çalışmış Büyükelçi arkadaşlarımın izlenimleri olumluydu.
Komutan’ın soğukkanlı muhakeme tarzı, dengeli yaklaşımları, ılımlı üslubu, genel formasyonu ve entelektüel düzeyi konusundaki değerlendirmeler iyiydi.
İki noktayı merak ediyordum:
Orgeneral Özkök’ün genel olarak demokrasi ve Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine ilişkin tutumu, resmi söylemin dışındaki bakışı nasıldı?
Duyumlar genellikle olumluydu.
Genelkurmay Başkanı olarak son sözün siyasal iktidar tarafından söyleneceğini içine sindirmişti. Bir başbakana, bir dışişleri bakanına, “Sizin gibi düşünmüyoruz. Ama madem böyle bir karar alıyorsunuz, siyasal sorumluluk sizin olduğuna göre, buyrun yapın” diyebilecek bir demokrasi kültürü vardı Özkök Paşa’nın.
Kendisini izlemiş, bazı toplantılar nedeniyle yakınında bulunmuş üst düzeyde bir diplomat arkadaşım şöyle demişti:
“AB yolunda son derece kritik bir kavşağa gelirken, Özkök Paşa’nın Genelkurmay Başkanlığı Türkiye için bir şanstır.”
Neydi o kritik kavşak?
Kıbrıs ve uyum yasaları...
Kıbrıs’ta Annan planı gündemdeydi. AB’ye uyum yasaları çerçevesinde Terörle Mücadele Yasası’nın değiştirilmesi, Kürtçe çerçevesinde bazı adımların atılması, Milli Güvenlik Kurulu ve Genel Sekreterliği’yle ilgili yasal düzenlemelerin yapılması gerekiyordu.
İşte bu kritik kavşakta asker sürekli kışkırtıldı. Bazı kaygılar istismar edildi, kaşındı, saptırıldı. Hükümetle ordu karşı karşıya getirilmek, çatıştırılmak istendi.
Böyle bir dönemde, AB yolunda Türkiye’nin belki de en kritik noktasında, bir Özkök Paşa değil de bir başka komutan, varsayalım, bir Hüseyin Kıvrıkoğlu Paşa, bir Aytaç Yalman Paşa, bir Şener Eruygur Paşa söz sahibi olsalardı, tıkır tıkır işler miydi AB süreci?
Sanmıyorum.
Özellikle Kıbrıs dolayısıyla Türkiye’nin AB teknesi çoktan karaya oturmuş olurdu. AB’nin yeminli düşmanları, bunu iyi bildikleri için son kale olarak Kıbrıs’ta mevzilenmişlerdi.
Plan çok yalındı:
Annan planı torpillenecek ya da Kuzey Kıbrıs’ta Annan planına hayır çıkacak ve Türkiye’nin AB yolu kesilecekti!
Ankara’da askeriyenin içindeki bazı odaklarda psikolojik savaş için düğmeye basıldı. Vatan haini listeleri el altından basına dağıtıldı. Kıbrıs’la ilgili Bürgenstock ve New York gibi en kritik zirvelerde askerin müdahalesi kışkırtıldı,—özellikle New York’da—son ana kadar askerden hükümete karşı bir bildiri beklendi.
Olmadı hiçbiri.
Özkök Paşa geçit vermedi.
Oysa, Annan planı konusunda Genelkurmay Başkanı olarak Özkök Paşa’nın da kaygı ve çekinceleri vardı. Bunları kapalı kapılar arkasında, anayasal platformlarda dile getirdi, eleştirdi. Başbakan Erdoğan’a, Dışişleri Bakanı Gül’e de söyledi.
Ama son söz hükümetindi.
Özkök Paşa’nın bu gerçeği, farklı beklentiler içinde olan Rauf Denktaş’a o tarihte şöyle ifade ettiği söylenir:
“Anayasal olarak buraya kadar!”
İşte bu yüzden sevmediler Özkök Paşa’yı.
Kimler mi?
Ulusalcı-milliyetçiler... Kızılelmacılar... Denktaşgiller... “Genç subaylar rahatsız!” diye manşet çektirenler... 27 Mayıs darbesi sırasında Demokrat Parti’yle birlikte devrilen Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun örneğini vererek Özkök Paşa’ya aba altından sopa gösterenler... Siyasette kışlaya dönüp bakma alışkanlığından hiç vazgeçmeyenler... “Sel gelir bir kütük kaparım” hesabıyla askerin siyasete müdahalesi için çığırtkanlık yapanlar...
Liste uzatılabilir.
Önemli olan bu listeyi oluşturanların ortak noktasıdır. İki sözcüklüdür bu nokta:
Demokrasi korkusu!
Bu korkudan dolayı Özkök Paşa’yı sevmediler. Onun entelektüel derinliğinden rahatsız oldular. Demokrasi kültüründen nasiplerini almadıkları için de Özkök Paşa’yı anlayabilmeleri zaten uzak ihtimaldi.
Geçen hafta TBMM Başkanı Arinç’a veda ziyareti sırasındaki sözleri, Özkök Paşa’nın demokrasiye ilişkin bakış açısını iyi özetliyordu:
“Siyaset kurumunun güçlenmesi ve itibarının artması önemlidir. Demokrasi, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu tek şeydir. Demokrasiyle ülkemizin daha da güçleneceği ve bölgesinde örnek bir ülke olacağına, demokratikleşme çabalarının devam edeceğine inanıyorum.”
Bu sözler, Özkök Paşa’yı neden sevmediklerinin bir özeti sayılabilir.
Özkök Paşa’yı sevmeyenler galiba umutlarını dün Genelkurmay Başkanlığını devralan Orgeneral Yaşar Büyükanıt’a bağladılar.
Milliyet, 29 Ağustos 2006
|
Hasan Cemal
30.08.2006
|
|
|
Devir teslim törenleri |
Danimarka Genelkurmay Başkanı’nı tanıyor musunuz? İsveç’in Hilmi Özkök’ünün ismi nedir? İngiltere ve Almanya’daki ‘devir-teslim törenleri’ni, bu törenlerde yapılan konuşmaları biliyor musunuz? Fransa Kara Kuvvetleri Komutanı kimdir?
Bu soruları, çeşitlendirerek, istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz.
Mesela benim aklıma da şöyle bir soru geliyor:
Hangi ülkede, bürokrasi içi atamalar bizdeki kadar abartılır ve medyanın bir numaralı gündemi haline gelir yahut getirilir?
Hemen cevabını vereyim: ‘Hiçbir ülkede.’
Burada ‘üçüncü dünya ülkeleri’ni ayrı tutmak gerekiyor. Zira, ‘üçüncü dünya ülkeleri’nden başkası bu konularla ilgilenmez. Mesela, Danimarkalılar bilmezler kendi Genelkurmay Başkanlarının adını. İsveçliler Yaşar Büyükanıt’a karşılık gelen komutanlarını merak etmezler.
Daha mütekamil ama daha az karmaşık bir bürokrasiye sahip İngiltere ve Almanya’da da devir teslim törenleri yapılır ama, bu daha çok ‘kurum içi’ bir etkinlik olarak kalır.
Hiçbir Fransızın umurunda değildir Kara Kuvvetleri Komutanlığına kimin atanacağı. Dolayısıyla, bu ülkelerde (normal demokrasilerden söz ediyorum) ‘Kodu mu oturtan asker’ türünden polemiklere rastlayamazsınız.
Hangi komutanın ‘başkomutanlığa’ getirileceği ise, medyanın ve sivil toplum kuruluşlarının değil, bu göreve atanacak kişinin ve (varsa) karısının, çocuklarının, torunlarının konusudur.
Kaç yıldır bu işlerin içindeyim; kaç yıldır ‘asker-siyaset ilişkisi’yle ilgileniyorum, ama aklımda bir tek yabancı asker ismi yok. Hele, ‘koduğunda oturtan’ birini hiç hatırlamıyorum.
Bu yazıya oturmadan önce google’dan uzun bir tarama yaptım ve yukarıdaki sorulara yanıt aradım; hep ‘teknik ayrıntılar’ çıktı karşıma. Bu ayrıntılardan da siyasi sonucu olabilecek bir tek cümleye, bir tek ‘ima’ya, bir tek ‘gönderme’ye rastlayamadım.
Düşünebiliyor musunuz, demokrasi olma yolunda iyi-kötü adımlar atan, bazı tatsız müdahalelere rağmen bu işi öğrenme yolunda hızla ilerleyen Türkiye’de bir numaralı gündem konusu hálá asker.
Mesela yabancı basında şu tür haberler çıkabiliyor: Sertliğiyle bilinen komutanın Genelkurmay Başkanlığına getirilmesiyle birlikte terörle mücadelede yeni bir dönem başladı, artık daha sert adımlar atılacak.
Bunu, herhangi bir durum tespiti sayabilirsiniz. Fakat, olay, ‘durum tespiti’nin de ötesinde bir başka (nahoş) duruma işaret ediyor ki, asıl üzerinde durmamız gereken konu bu.
Elbette yeni komutan ‘sert’ biri olabilir, böyle bir karaktere sahiptir ve bu durumu değiştirmek elinde değildir...
Fakat, terörle mücadelede yöntemi niçin komutanın sertliği belirlesin?
Bu ülkede bir hükümet, bir parlamento, bir karar mercii, ağır-aksak da işlese bir adalet mekanizması yok mu?
Kaldı ki, ‘terörle mücadele’, öncelikle sivil perspektifi öngerektiren bir konudur. Bir uzmanlık konusudur. İşin askeri boyutu olduğu kadar, sosyal boyutu da vardır. Komutan sert diye, sivil perspektifi devre dışı mı bırakacağız?
Kuşkusuz komutanın da ‘yöntem’ konusunda oluşmuş bir fikri, söyleyecek bir sözü vardır, olmalıdır da, ama bu fikrini devir-teslim törenlerinde, siyasileri azarlar bir üslupla değil, meşru çerçevede, hiyerarşik dengeleri gözeterek ilgili mercilere iletmek durumundadır.
Şu, sadece bizde olan, başka hiçbir ülkede rastlanmayan devir-teslim törenleriyle ilgili de birkaç cümle sarfetmek isterdim ama, bu konuda en güzel yazıyı Mustafa Erdoğan yazdı.
Erdoğan, üniformalı kamu görevlilerinin, siyasi sorumluluk sahibi politik karar alıcıların (mesela Başbakan’ın) önünde Türkiye’nin iç ve dış güvenlik siyasetiyle ilgili ‘talimatvari konuşma yapmalarının yakışıksızlığına’ değiniyordu ki, doğrusu ekleyecek söz bulamıyorum.
Star, 29 Ağustos 2006
|
Ahmet Kekeç
30.08.2006
|
|
|
Güvenlik bürokrasisi |
Genelkurmay Başkanı değişikliğinin çok fazla söze ve tartışmaya konu olması acaba doğru mu? Silahlı Kuvvetler’in her şeyden önce kurumsallaşmış bir yapısı var.
Akıl ve tecrübe ile test edilmiş teamüller işliyor; atama ve yükseltmelerde liyakat ve ehliyet esası gözetiliyor. Bu kurumun yapısında ve istikametinde kişisel tercihlere hatta üslup farklarına göre değişiklik yapılamaz. O zaman görev değişiklikleri neden bu kadar çok spekülasyona konu oluyor? Bir güvenlik zaafı ile, modern tabirle güvenlik yönetişiminde bir aksaklıkla karşı karşıya olmadığımızı anlamak için, bu spekülasyonların sebeplerine eğilmek lazım.
Konuşacak konu açığı yaz aylarında artıyor. Medyanın sıcak gündem ihtiyacı, zaferler ayı olan ağustos boyunca Silahlı Kuvvetler’deki atama ve yükseltmelerle karşılanıyor. Güvenlik bürokrasisindeki değişiklikler “haber dolgusu” olarak kullanılıyor. Bu durumun önüne geçmek için atamaların ağustostan kış aylarına alınması zor olacağına göre, daha sakin, soğuk ve resmî beyanlarla duruma vaziyet edilmesi şart. 30 Ağustos, Cumhuriyet Bayramı gibi bayramların içinde bol miktarda “kin”, “nefret”, “kan”, “hesap sorma” gibi kelimelerin geçtiği “sert” mesajlara vesile edilmesi, bu millî günlerin “bayram” niteliğini gölgeliyor.
İkinci sebep, orduların alışkanlıklarıyla ilgili. Savaşmayan ordular iki şey yapar: Tören ve eğitim. Soğuk Savaş döneminde, Sovyetler silahlı gücünü tören alanlarında sergilemeyi propaganda savaşının kuralı haline getirmişti. Bugün bizim 30 Ağustos törenlerindeki silahlı güç gösterimizin benzerini Kuzey Kore ve İran gibi istisnaî şartlara sahip ülkeler dışında kimse yapmıyor. Çünkü bir ülkenin gücü ve askerî caydırıcılığı, bir uluslararası güvenlik dergisinde rahatlıkla bulabileceğiniz silah kapasitesi ve sayısı ile ölçülmüyor. Ağırlığınız küresel ekonomideki rekabet gücünüzle belirleniyor. Dünyanın toplam askerî harcamalarının yarısını harcayan ABD’nin ordusu da, Amerikan sermayesinin çıkarlarını koruduğu için varlığını sürdürüyor. Fener alayları, sebebini herkesin unuttuğu bir alışkanlık haline geldi; artık toptan kaldırılmalı.
Üçüncü sebep, demokratik siyasetin dengeleri dışında kalan güç avcılarının, çıplak-silahlı güçle yakınlık kurma gayretleri olmalı. Toroğlu’nun “Kodum mu oturtacak Genelkurmay Başkanı” arayışının, Özkök’ün görev süresinin bitimine rastlaması güç arayanların fırsatçılığını ve yeni gelene tabasbuslarını yeteri kadar temsil etti.
Günümüzün güvenlik anlayışı bir ülkenin güvenliğini askerî bürokrasinin yönetimine değil, sivil-askerî bürokrasi, demokratik kurumlar, özel sektör ve halk arasında bir yönetişime emanet ediyor. Askerî alanda “çağa ayak uydurmak” bu yönetişimi geliştirmek demek.
Dört yıldır sürdürdüğü görevi devreden Hilmi Özkök, bu yönetişim anlayışının liderliğini üstlenmiş ve somut ilerlemelere imza atmıştı. Komuta kademesine yerleştirdiği “sesin gürlüğüne değil aklın önderliğine itaat etmek” düsturu , Özkök’ün geride bıraktığı çıtanın yüksekliğine delildir. Dünyadaki gelişmelere uygun olarak “sert güç”ün yanına “yumuşak güç”ü (soft power) yerleştirmesi ve bu gücün niteliğine uygun bir yapılanmaya önayak olması, güvenlik perspektifinde artık aşılmış bir merhaleyi ifade etmektedir. Son günlerde tartışma konusu yapılan kuvvet komutanlıklarının lağvedilmesi meselesi de, Özkök’ün “modern bir silahlı kuvvetler” oluşturma gayretini yansıtmakta idi. Özkök’ün epeyce mesai harcadığı “operatif örgütlenme” modeli kaynak israfını azaltan, bürokratik engelleri ortadan kaldıran ve modern dünya orduları tarafından da yaygın olarak benimsenen bir modeldir.
Özkök, “Birinci sınıf bir devletin ordusu olmak” hedefini komuta ettiği ordunun önüne koymuştu. Öbür tarafta gençsubaylar rahatsızcıların hayallerini süsleyen “silahlı gücün kontrolündeki devlet” özlemi, sivil generallerin kafasında olduğu gibi duruyor. Türkiye, tarihiyle, birikimiyle, halkının yetenekleri ile “birinci sınıf bir devlet”e sahip olmayı fazlasıyla hak ediyor.
Zaman, 29 Ağustos 2006
|
Mümtazer Türköne
30.08.2006
|
|
|
Militarizm askerler için bile ağır bir yüktür... |
İlkokula başlayan miniğin hikâyesini duymuşsunuzdur.
Okuldaki ilk günün sonunda yorgun argın evine döner. Okul giysilerini çıkartıp, arkadaşlarıyla oyun oynamak için sokağa çıkmaya hazırlanırken, annesi onu uyarır:
-Geç kalma ... Ders çalışacaksın, sonra yemeğini yiyecek ve erken yatacaksın. Yarın okul var.
Çocuk şaşkın, itiraz eder annesine:
-Yarın yine mi okul var?.. Bugün gitmedim mi okula?
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yeni komutanları her 30 Ağustos’ta eskilerinden görevi teslim alırken yapılan konuşmalar, bana okula her gün gideceğini öğrenip şaşıran miniğin halini hatırlatır.
Bu devir ve teslim törenlerinde bitmeyen bir rejim tehlikesinden ve buna karşı Türk Silahlı Kuvvetlerinin nasıl hazırlıklı olduğundan söz edilir.
Aslında yüksek yargı organlarının benzer devir teslim törenlerinde de, yargıçların maaşlarının yetersiz olduğundan ve yargı bağımsızlığının bulunmadığından söz edilir ya...
Bu açıdan bakıldığında her devir teslim töreninde Türkiye ilkokula birinci sınıftan yeniden başlar gibidir.
BEKLENTİLER
Oysa büyük yokluklarla ve önce bir Dünya Savaşının, arkasından da Kurtuluş Savaşının ertesindeki yorgunluklar içinde kurulan Cumhuriyet, ilkokul dönemini çoktan geçmiştir. Devlet de toplum da bırakın ergenliği aşmayı, olgunluk dönemine girmiştir.
Dünyadaki her ülkeyi ilgilendiren “Tehditler ve tehlikeler”, Türkiye’nin kendine özgü konumuna dayalı olarak bizim coğrafyamızda da elbet vardır. Ama aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti bunları geride kalan 80 yılda bertaraf etmeyi başarmıştır. Toplum artık tehdit ve tehlikelerin bertaraf edilmesinden ve güvenliğin sağlanmasından öteye, yarına dönük beklentilerin içindedir ve bu beklentilere sahip olmayı da hak etmiştir.
Bu beklentilerden biri de anayasal demokrasi içinde, temel hak ve özgürlüklerin kutsandığı, askerin siyasete müdahale etmediği, devletin kurumlarının birbirlerine saygılı olduğu bir hukuk düzeninin egemen olmasıdır.
Halkın ödediği vergilerle ve sonunda faizini de ana parasını da halkın ödediği borçlarla denkleştirilen Bütçe’de, tehlikelerin bertaraf edilmesi ve içdış güvenliğin sağlanması için, güvenlik kuvvetlerine büyük fonlar ayrılmıştır. Yapılan reformlar ve ekonomide sağlanan başarılarla, ordu da polis de modern araç ve gereçlere sahip olmuştur. Düşünün ki ilk Kıbrıs bunalımlarının yaşandığı 1960’lı yıllarda ordunun çıkarma yapabilecek amfibik araçları yoktu. Kıbrıs’a müdahale edilen 1974’te, uçakların lastikleri için Kaddafi’den yardım istenmişti.
HATIRLANACAK
Yani artık Silahlı Kuvvetler’de devir teslim törenleri sırasında yapılan konuşmalarda, varılan noktalar ve sağlanan aşamalar anlatılsa, artık tehdit ve tehlikeyi önlemek yanında AB’ye üyeliği hedeflemiş Türkiye’de tüm devlet kurumlarının ana görevinin anayasal demokrasiye sadık kalmak olduğu vurgulansa, her gün yeniden ilkokula başlamaya benzeyen bu kısır duyguyu belki atlatabiliriz.
Genelkurmay Başkanlığı görevini Org. Büyükanıt’a devredecek olan Org. Özkök, bu beklentiyi vazife yaptığı dönemde karşıladı. Hem anayasal demokrasiye sadakatin erdemini her davranışıyla vurguladı, hem de ordunun da şeffaf olabileceğini, Silahlı Kuvvetler içindeki şaibe söylentilerini yargıya göndererek kanıtladı.
Yargıtay Onursal Başkanı Doç. Dr. Sami Selçuk da, görev döneminde, başkan olmanın kişiyi hukuka yabancılaştırmayacağını nasıl kanıtladıysa ve bu yüzden “Hukukun üstünlüğü” denince hala onun adı akla geliyorsa, Org. Hilmi Özkök denince de, AB’ye üye adayı bir Türkiye’nin genelkurmay başkanının nasıl olması gerektiği hatırlanacaktır.
Bazı seçilmiş sivillerin militarizmi siyasetin bir aracı olarak gördükleri ortamda, Org. Özkök, askerin bile militarizmden uzak durması gerektiğini her davranışıyla herkese öğretmiştir.
Veya öğretmiş olduğunu ümit ediyoruz.
Sabah, 29 Ağustos 2006
|
Mehmet Barlas
30.08.2006
|
|
|
|