Efendimiz (asm) bir gün sohbet ederken gelecekle ahirzaman ümmetinin durumuyla ilgili şöyle bir vaziyetten bahsediyor.
Efendimizin yanından ayrılmayan bendesi güzel sahabe Hz. Sevban -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “–Yabancı kavimlerin, yiyicilerin birbirlerini sofralarına dâvet ettiği gibi, birbirlerini sizin üzerinize çullanmaya çağıracakları zaman yakındır!” buyurmuşlardı.
Orada bulunanlardan biri: “–O gün sayıca azlığımızdan dolayı mı bu durum başımıza gelecek?” diye sordu.
Allah Resûlü Efendimiz: “–Hayır, bilâkis o gün siz çok olacaksınız. Lâkin sizler, bir selin getirip yığdığı çer-çöpler gibi hiçbir ağırlığı olmayan kimseler durumunda olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalplerinize zaafı atacak!” buyurdular.
“–Zaaf da nedir, ey Allâh’ın Resûlü?” denildi.
“–Dünya sevgisi ve ölümden hoşlanmama duygusu!” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Melâhim, 5/4297; Ahmed, V,)
Bu hadislerde buyurulduğu gibi Müslümanları maddi manevi perişan edecek, zillet ve meskenet içine düşürecek en önemli sâik dünya sevgisi yani vehn hastalığıdır. Zira bu hastalık İslam aleminin bölünüp parçalanmasına, âdeta lokma lokma yutulmasına sebep olmuştur. Bizdeki imani zayıflık, dünyevî tutkuların şiddeti ve manevî düşüşlerin kesretiyle, İlâhi hikmet hakkımızda daha dünyada iken bir nevi ceza şeklinde hüküm verdi. Ayrıca birbirine düşmenin, çekişme ve didişmenin alt yapısında da nefsî matlâp ve maksutlar ile dünya sevgisi yok mudur? Zaten bütün günahların kaynağında dünya sevgisi ve nefsin gizli tamahları bulunmaktadır.
Hâdisten çıkan diğer bir sonuç; bir kimse ne kadar dünyaya bağlanırsa o kadar ölümden hoşlanmayacak ve ölümden kaçacaktır. Bu noktayı Kur’ân, İsrailoğullarının dünyaya şiddetli şekilde hasr-ı nazar etmeleri ve dünyayı çok sevmeleri, o yüzden de ölümden hoşlanmadıkları gerçeğini dikkatlerimize arz eder.
Dünyayı her şey bilen, ona âşık olan bir kimse, onu kaybetmemek için her şeyi göze alır. Tüm kavga ve savaşların arkasında dünyanın malı, makamı, şatafatı ve mâlikiyet duygusu olduğuna göre bu savaşların da sonu yoktur. Başka bir yönden bakıldığında ise, İslam aleminin sayısal çokluğuna rağmen bir ağırlığının olmaması ve devletler arenasında söz sahibi olup, olaylara müdahale edememesi başka neyle açıklanabilir. Zira doğu Türkistan kan ağlıyor, ama dur diyen bir İslam ülkesi yok. Keza Hindistan’da, Keşmir’de, Filistin’de devam eden zulme karşı koyabilen bir güç mâalesef bulunmamaktadır.
Bu yalnızca teknolojik harb yönünden geride olduğumuzdan değil, bundan daha çok manevî zaafla birlikte cesareti, fedakârlığı, güzel seciyeleri kaybettiğimizdendir. İşte hâdiste işaret edildiği gibi ehli küfür İslam aleminin başına üşüşmüş, maddi manevi sömürü sistemleriyle Müslüman toplumları iyice zayıflatıyorlar. Ümmetin çer çöp mesabesinde olması, milletler nezdinde bir yer tutmaması ve her bir yöne savrulması demektir. Hâl böyleyken Müslüman fertlerin her biri kendi yüreğinde imani sağlamlığı ve manevi kuvveti elde etmesi gerekir. Böylece ölüm korkusunu yenecek, hatta Allah’a kavuşma arzusunu kazanarak ve dünya hayatını tahkir edecek ve ahiret hayatının gerçekliğine ulaşacaktır. Gözünü ahirete diken, gönlünü Allah’a veren insan artık ne ölümden, ne de ölüm getirecek düşmandan korkar. Her korkuyu yenmiş yalnızca Allah’tan korkan kimse felâha ermiştir.
“Evet her hakiki hasenât gibi cesaretin dahi menbaı imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebânetin (korkaklık) dahi menbaı dalâlettir.”
(Sözler, Üçüncü Söz)