TAHA AKYOL: AKP İKTİDARINDA SİYASETİN DİN İSTİSMARI ÇOK ARTTI VE BU DURUM, O SİYASETE KARŞI OLANLARI DİNDEN SOĞUTTU.
Propagandada dini kullandı
“Özellikle 2011’den itibaren yapılan seçimlerde AKP propaganda çalışmalarında dini daha fazla kullandı. Bu da onun siyasetine karşı olanlarda dinden soğuma meydana getirdi.”
Dinin ahlakî içeriği zayıfladı
“Dinin ahlâkî içeriği zayıfladı. Bunu saygın din adamları da söylüyor. Bu da insanlarda, ‘Bu dindarların söyledikleri başka, yaptıkları başka’ şeklinde bir güvensizlik oluşturdu.”
***
AKP ile siyasetin din istismarı arttı
Hukukçu yazar Taha Akyol, “Ak Parti’nin ilk döneminde kullandığı İslÂmÎ kavramlarla, özellikle 2011 seçimlerinden itibaren kullandığı İslÂmÎ kavramları topladığımızda propaganda çalışmalarında dini daha fazla kullandığı görülür” dedi.
RÖPORTAJ: BEHLÜL SEMERCİ - CEMİL SAİD DEMİDÖĞMEZ
Hukukçu yazar Taha Akyol ile demokrasi, hukuk ve iptal edilen İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) seçimlerini konuştuk. Gündeme dair yapıcı eleştirilerde bulunan Akyol, “Alnı secdeye giden, ağzı Kur’ân okuyan” CHP’li bir aday karşımızda. Bu, merkezde olup AKP’den soğumuş seçmenin, CHP’ye yönelmesini kolaylaştırdı” dedi. Akyol’un sorularımıza verdiği cevaplar şöyle;
*Türkiye’nin son zamanlarda, hukuk ve siyaset alanındaki daralmasını neye bağlıyorsunuz?
Kimlik siyasetleri Türkiye ve dünyayı olumsuz etkiliyor
Dünyada küreselleşme konjonktüründe bir daralma dönemi yaşanıyor. Küreselleşmenin anlamı uluslar arası ilişkilerin, uluslar arası bilgi ve insan hareketlerinin yoğunlaşması demek. Birden ‘yabancılarla’ karşılaşmak birçok toplumu kendi kimliğini kaybetme ve yabancılaşma endişesine soktu. İş rekabeti endişeyi körükledi. Bu da Avrupa’da ırkçı, yabancı düşmanı temayüllerinin güçlenmesine yol açtı. Bunun Türkiye’deki yansıması, Avrupa ile ilişkilerimizde çıkan problemlerin, ‘bunlar haçlı ittifakı’ diye suçlanarak, Türkiye’nin içinde bir kimlik siyasetine dönüştürülmesidir. Bu, ekonomiyi ister istemez etkiledi, politikayı etkiledi. Eskiden kendisini Avrupa referansıyla tanımlayan, hukukunu Avrupa normlarına göre düzenleyen Türkiye yerine, bundan vazgeçen bir Türkiye ortaya çıktı. Ekonomide rasyonel yönetim yerine seçim öncelikli, tüketim ekonomisinin körüklenmesi ekonomik büyümede bir dengesizlik meydana getirdi. Netice olarak ekonomik kriz ortaya çıktı. Bütün bunları topladığımızda, Türkiye’nin karşısında ciddî problemler olduğu görülüyor.
*İstanbul seçimlerinin iptalini hukukî açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz?
İstanbul seçimlerinin iptali hukuki değil
İstanbul seçimlerinin iptalini tamamen yanlış buluyorum. Bu görüşümün sebebi tamamen hukuktur. Siyasî bakımdan, ben herhangi bir partiye oy vermiş olabilirim, bunun çok bir önemi yok. Önemli olan kurumların, yani YSK’nın hukuka uygun, tarafsız hakemlik yapabilmesidir. Bu zedelendi. Gerekçeli kararda da görüldüğü gibi YSK’nın çoğunluğu kendi yerleşik içtihatlarıyla çelişen bir kararla İstanbul seçimlerini iptal ettiler.
Yerleşik içtihatlarda, YSK sandık kurullarının teşkilindeki herhangi bir hata yüzünden vatandaşın oylarının geçersiz sayılamayacağına hükmetmişti, böyle çok sayıda karar vardı. 2019 Nisanındaki kararları da böyledir. Ama Mayıs ayında, Ak Parti’nin başvurusu üzerine sandık kurullarının bazılarında kamu görevlisi başkanlar değil, yetkilendirilmiş sivil başkanlar var diye tuttu İstanbul seçimlerini iptal etti.
İkincisi, mühürsüz zarflarla ilgili kararında, zarfların mühürlenmesinin sandık başında unutulmasının, seçmenin kusuru olmadığına, bu oyların geçerli olacağına karar vermişti. Ama şimdi, seçmenin hiçbir kusuru olmadığı halde sandık kurulu yüzünden seçimleri iptal etti. Bu sebeplerle iptal kararını yanlış buluyorum, ama bağlayıcı olduğu için 23 Haziran’da yeniden seçimler yapılacak. 2007 yılında Anayasa Mahkemesi’nin verdiği talihsiz “367 kararı” neyse bu da odur.
* Devlet imkânlarından, medya desteğine ve hatta Binali Yıldırım’ın siyasî ağırlığına rağmen Ekrem İmamoğlu’nun seçimleri kazanmasını hangi dinamiklere bağlıyorsunuz?
İmamoğlu sayesinde, AKP’den soğuyanlar CHP’ye yöneldi
İmamoğlu’nun çok tanınmış bir politikacı olmadığı halde yükselmesinin birçok sebebi var. Öncelikle, CHP’nin kendi dar Kemalist kalıbının dışına çıkarak muhafazakâr kesimlere de seslenen sosyal demokrat bir kitle partisi haline gelmeye çalışıyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu açılımını çok doğru buluyorum. Bu yeni de değil, Kemal Kılıçdaroğlu genel başkan olduğu andan itibaren, bunu yapıyor. Ve işte “alnı secdeye giden, ağzı Kur’ân okuyan” CHP’li bir aday karşımızda. Bu, merkezde olup AKP’den soğumuş seçmenin, CHP’ye yönelmesini kolaylaştırdı. Diğer bir etken CHP’nin İYİ Parti ile ittifakıdır.
Topluma yeni bir şey söylemiyorlar
Diğer bir faktör Türkiye’de artık yeni ses, yeni yüz özleminin belirmeye başlamışıdır. 17 yıllık AKP iktidarının topluma artık yeni bir şey söylemediğini de görüyoruz. Hep işte “şu hizmetleri yaptık, bu hizmetleri yaptık” diyorlar ki o hizmetlerin muhasebesi belli değil. İşte o hizmet ne kadar Sayıştay denetiminden geçti, o hizmetlerin ihaleleri nasıl yapıldı gibi hukukî meseleler bir kenara, geçmişte yaptığı hizmetlerden farklı bir gelecek vadetmiyor. Muhali kitleleri yeni yaklaşımlarla ikna etmek yerine, muhalefeti susturmak için icbar etmek – ki bu kavramları siz iyi bilirsiniz, Said Nursî’nin kullandığı kavramlardır- gibi metotlar. Böyle olunca da güler yüzlü, yeni şeylerden bahseden, genç, kutuplaşmayı değil, kucaklaşmayı vadeden bir isim CHP dışındaki birtakım kitlelere cazip geldi.
* 23 Haziran İstanbul seçimlerinin neticesi hakkında bir öngörünüz var mı?
Seçim hakkında bir şey söylemek için daha erken
23 Haziran İstanbul seçimleri için şu anda bir öngörüm yok. Ancak seçimlere birkaç gün kala bir öngörüde bulunabilirim. Çünkü, bu seçimlerde işte “İmamoğlu mağdur edildi o yüzden oyları çok artacak” diyenlerde var, diğer tarafta iktidar elindeki devlet imkânları da dahil olmak üzere çok yüklenecek, hatta oylarını arttıracak diyenler de var. Aradaki fark da az olduğu için şu anda bir tahminde bulunamam.
* Türkiye siyaseti dinsizliğe alet eden anlayış ve uygulamalar karşısında uzun bir süre dini siyasete alet eden bir anlayışı iktidarda tuttu. Din-siyaset ilişkileri açısından gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Demokrasi tam bir din ve vicdan hürriyeti gerektirir
Şimdi demokratik yönetimde, devletin dinle ilgili görevi din ve vicdan hürriyetini tam olarak sağlamaktan ibarettir. Bunun gerisinde durup bir takım dini gereklilikleri kısıtlayamaz, ötesine geçip bir din lehine icar da yapamaz. Bütün dinler için söylüyorum bunu. Türkiye maalesef bütün bu tecrübeleri yaşadı. Tek parti döneminde dinin nasıl baskı altına alındığını, o zaman ki deyimle mabetle vicdan arasında tutulmak istendiğini hepimiz biliyoruz. Halbuki modern hukukta, AİHM içtihatlarına göre, dinî cemaatler kendi vakıflarını kurabilirler, kendi yöneticilerini seçebilirler. Ayrıca kendi dinlerinin tanıtımlarını, tebliğlerini yapabilirler, şiddete yönelmemek ve kamu düzenini bozmamak kaydıyla. Demokratik devlette, din-devlet ilişkisinin olması gereken niteliği budur. Tam din ve vicdan hürriyeti, ama din devleti niteliğinde olamaz. Bu açıdan baktığımızda Türkiye dinî özgürlükler itibariyle bir hayli mesafe kazanmıştır. Bugün Türkiye’de, ateist kitapları da serbestçe basılmaktadır.
AKP’nin tavrı din konusunda bir soğuma meydana getirdi
Ancak siyaset alanında baktığımızda siyasetin gittikçe artan dozda dini istismar ettiği, yani Ak Parti iktidarında, giderek artan dozda dini istismar ettiğini görüyoruz. Şöyle bir içerik analizi yapılsa görülecektir ki, AKP’nin ilk döneminde kullandığı İslâmî kavramlarla, özellikle 2011 seçimlerinden itibaren kullandığı İslâmî kavramları topladığımızda, AKP girdiği seçimlerde topluma hitap eden propaganda çalışmalarında dini daha fazla kullandığı görülür. O yüzden bugün Türkiye’de, maalesef din ile siyasetin özdeşleştirilmesi, o siyasete haklı veya haksız, karşı olanlarda din konusunda bir soğuma meydana getirdi. Bunu saygın din adamları da söylüyorlar. Dinin ahlâkî içeriğinin zayıflaması...
Yani devlet, dinden elini çekecek, din de devletten elini çekecek
Bu nereden çıktı; çünkü din bize ahlâklı olmayı emrediyor, meselâ biz Hazreti Ömer’in kendi işini yaparken kendi mumunu, devlet işlerini yaparken devletin mumunu yaktığını dinleyerek büyüdük değil mi? Bugün böyle bir ayrım var mı? İşte bu ister istemez insanlarda, “bu dindarların söyledikleri başka, yaptıkları başka” şeklinde bir güvensizlik meydana getiriyor. Ama ben zamanla Türkiye’de, din devlet ilişkilerinin sağlıklı hale geleceğine inanıyorum. Yani devlet, dinden elini çekecek, din de devletten elini çekecek. Peki dinin yeri ne olacak? Dinin yeri Müslümanların ihlâslarıyla, ahlâklarıyla, ilimleriyle örnek insan haline gelerek, dindarlığa bir saygı ve ilgi uyandırma şeklinde olmalıdır. Bundan sonra İslâm’ın ayakta kalabilmesinin yolu budur.
* Türkiye’nin istenilen demokrasi seviyesine ulaşamamasının temel sebepleri sizce nelerdir?
Bu dönemin geçici olduğuna inanıyorum
Birinci sebebi, gelişmişlik düzeyi ile ilgilidir. Demokrasi, hem iktisaden devlete muhtaç olmaktan kurtulmuş düzeyde piyasa ekonomisinin geliştiği, insanların ekmeklerini kendi çabalarıyla kazandığı bir iktisadî seviyeyi gerektiriyor. Hem de insanların hür iradeyle düşünebilecekleri bir eğitim seviyesini gerektiriyor. Türkiye’nin insani indekslerdeki gelişim düzeyi, sosyal, ekonomik düzeyi ne ise, demokrasinin kalitesi de aşağı yukarı odur. Tarihi çok kırılmalarla, çok ıztıraplarla geçmiş olan ülkelerde siyasî değerler, devletin bekası, millî hisler; bunlar özgürlük kavramının önüne geçiyor. Fransa’da da böyleydi. Ve Fransa 1789 ihtilâlinden, 1958 General de Gaulle iktidara gelene kadar çalkantılar yaşadı. Bu dönemde, iki defa Alman orduları Paris’e girdiler.
Türkiye’nin beka problemi nesillerin iyi yetiştirilmesidir
Bizim tarihimizde de İstanbul işgal edildi, Yunan orduları Ankara’nın yakınına kadar geldiler. Türkiye ancak Cumhuriyetten itibaren sınır endişesinden, işgal endişesinden ve bağımsızlığını kaybetme endişesinden kurtulmuştur. Ancak tarihi hafıza hâlâ öyle tehlikelerin olduğunu belirtiyor. Meselâ beka problemi... Türkiye’nin devletin yok olması, ülkenin istilâya uğraması gibi bir beka problemi yok. Türkiye’nin beka problemi gelecek nesillerin iyi yetiştirilmesidir ve hukuk devletinin inşası gibi uzun vadeli şeylerdir. Hukuk ve demokrasi milletlerin uzun vadeli bekası için otoriter yönetimlerden çok daha işlevseldir.
Ben içinde bulunduğumuz aşırı kutuplaşmanın geçici bir konjonktür olduğunu düşünüyorum. Bizim çocuklarımız, daha uzlaşmış ve daha barışık ve demokrat bir Türkiye’de yaşayacaklar.
* Uzun yıllardır basın sektöründesiniz. Şu anki dönemi geçmişle kıyasladığımızda bu konuda neler söylersiniz?
Medya hiç bu kadar baskı altında olmamıştı
Benim yaşadığım dünyada hiçbir iktidar döneminde, medya böyle siyasî bir tekel altında olmadı. Meselâ, 1970’lerde Adalet Partisi’ni, Milliyetçi Hareket Partisi’ni destekleyen yayın organları vardı, bir de CHP’yi destekleyen yayın organları vardı. Turgut Özal’ın yanında olan yayın organları vardı, karşısında olan yayın organları vardı. Bugün medya, kamu gücünün, yani kamu bankalarının kredilerini kullanarak, mülkiyet itibariyle de yapılandırıldı. Bir takım çekingenlik ve endişeler oluşturarak siyasî olarak büyük çapta tek sesli hale getirildi. Ancak küçük yayın organlarında, küçük televizyonlarda, bağımsız yayınlar yapılabiliyor. Onların da ulaşabilme kapasitesi sınırlı.
* Din-devlet ve siyaset ilişkileri bağlamında yaşanan 15 Temmuz sürecini de göz önünde tutarak, bu süreçte cemaatlerin konumunu ve siyasetle ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz? Cemaatlerle ilgili ne söylemek istersiniz?
Bu mikrobu herkes zihninden atmalıdır
Benim fikri rehberim olan Ali Fuat Başgil şöyle demiştir: “Devletin dine tam bir özgürlük sağlaması, ama dinden elini çekmesi; buna karşılık da dinin devletten elini çekmesi.” Bu, Ali Fuat Başgil’in, 1952’de yayınladığı Din ve Laiklik kitabının ve 1948’den itibaren özgürlükler üzerine yazdığı makalelerin temel fikridir. Biraz önce de söyledim, artık Türkiye’de “devleti ele geçirme” kavramını, mikrobunu herkes zihninden atmalıdır. Herkes bu mikrobu kalbinden atmalıdır. Devlet, hiç kimse tarafından ele geçirilecek bir mülkiyet değildir. Devlet, bütün vatandaşların ortak hukukunu ifade eden üst düzey yani egemen bir kamu hukuk kurumudur. Senin devletin benim devletim olamaz, senin ele geçirdiğin devlet, benim ele geçirdiğim devlet olamaz.
Devlet, vatandaşlarına eşit mesafede durmalı
Halbuki biz yakın tarihimize baktığımızda, hep devleti ele geçirmek şeklinde yoğun kavgalar var. Biz öğrenciliğimizden itibaren, Türkiye’de sağcılar da, solcular da, dindarlar da laikler de, hep devleti ele geçirme kavramı üzerinde düşünce yürüttüler. Devrim ne demek? Devleti ele geçirmek demek. Devrimcilik iyi bir şey değildir. Devrimci otorite fikri hukukla bağdaşmaz. Türkiye’de nesillerin artık devleti ele geçirme kavramını bir tarafa atmaları gerekiyor. Peki devleti sen ele geçirmeyeceksin, ben ele geçirmeyeceğim, ne olacak devlet? Devlet, vatandaşlarıyla eşit mesafede duran, vatandaşlarına eşit hak ve yükümlülükler tanıyan egemen bir kamu hukuk kurulumudur, böyle olmalıdır. Merkel, Almanya’ya gelince Danıştay değişti mi? Sayıştay değişti mi? Yargıtay değişti mi? Vergi daireleri değişti mi? Bilimsel araştırma ve üniversite kurumları değişti mi? Değişmedi. Merkel’den önce nasılsa, Merkel zamanında da öyle ve Merkel’den sonra da öyle olacaktır. İşte işte modern hukuk devleti bu. Oturmuş devlet bu. Bekasını garantilemiş devlet bu.
Ama bir devlet sen ele geçirince 28 Şubat yapıyor, ben ele geçirince 28 Şubat’ın tersini yapıyorsa, orada devlet hukukî olgunluğa ulaşmış değildir. Bizim devleti ele geçirme kavramını bir tarafa atıp, “devlet egemen bir kamu hukuk kurumudur” fikrine ulaşmamız lâzım. Beka deniliyor ya, ancak böyle sağlanır.