Oxford’da Türk Dili ve Edebiyatı Profesörü olan Laurent Mignon, “Said Nursî yirminci yüzyılda İslâmiyet’in önde gelen âlimlerindendir. Modern çağda İslÂm’ı ve de Türkiye’yi anlamaya çalışırken, okunması gereken önemli bir düşünür” dedi.
Oxford’da Türk Dili ve Edebiyatı Profesörü olan Laurent Mignon’la, Türkçe’yi ve Türkiye’yi konuştuk. Öte yandan Prof. Mignon, Yeni Asya’yı tanıma sürecini ve Bediüzzaman Said Nursî’yi anlattı.
Oxford’da Türk Dili ve Edebiyatı Profesörüsünüz. Türkçeyi bu kadar iyi kullanacak şekilde nerede ve nasıl öğrendiniz? Türkçeye ve Türkiye’ye olan ilginizin hikâyesini anlatabilir misiniz?
Aslında her şey, seksenlerin sonunda on sekiz yaşındayken bir Antakya yolculuğu ile başladı. Çok dilliliği ve çok kültürlülüğü ile bu şehir ve bu bölge beni büyüledi. Türkiye hakkında çok bir şey bilmiyordum o günlerde. Çukurova’yı Yaşar Kemal’in Fransızcaya ve Almancaya çevrilmiş romanlarından biraz tanıyordum. Sonra üniversitede Türk dili ve edebiyatı okumaya karar verdim. Aslında önce Brüksel’de Arapça ile başlamıştım, ancak Türkçe üzerine yoğunlaşmak istiyordum. O da Brüksel’de mümkün değildi ve Londra’daki Doğu ve Afrika Araştırmaları Okulu’na (School of Oriental and African Studies) geçtim. Merakım hem Türkçenin yapısına, hem de edebiyatına yönelikti. Hem Yunus’u, hem de Nâzım’ı aslından okumak istiyordum.
Osmanlıcaya da hakimsiniz. Osmanlıcadan günümüz Türkçesine geçiş sürecinde Türkçenin geçirdiği değişimi nasıl yorumluyorsunuz?
Burada iki önemli olay söz konusu. Bir yandan 1928’deki “Harf İnkılâbı”, yani Arap harflerinden Latin harflerine geçiş ve diğer yandan, otuzlu yıllardan itibaren devletin desteğiyle yoğun bir şekilde gelişen sözde özleştirme hareketi. Bu iki gelişmenin kökleri Tanzimat dönemindeki dil tartışmalarına geri gidiyor. Tanzimat döneminin bürokrat ve aydınları hızla değişen dünyada Osmanlı Devleti’nin kalkınmasını, biraz da bir eğitim sorunsalına indirgemişlerdi. Öyle olunca yazılı ve konuşulan dil arasındaki uçurum önemli bir sorundu. Okur yazar oranının düşük olması çok ciddî bir sorundu. Bu konuda sağlam verilere ulaşmak zor olsa da, sanırım yirminci yüzyılın başında okuma yazma oranı yüzde on civarındaydı. Elifba/alfabe ve sadeleştirme / özleştirme tartışmaları böyle bir bağlamda gelişti. Bunlar söylenmişken Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan reformlar, devlete edebiyat ve kültür tarihini şekillendirmeye imkân tanıdı. Yeni harflere aktarılmayan yapıtlar, uzun yıllar tanınmadı ve okunmadı. Bugün bu biraz değiştiyse de Nigâr Hanım gibi sıra dışı bir kadın şairin, veya İsak Ferera gibi Musevi bir aydının çoğu Osmanlıca yapıtı yeni harflere hâlâ aktarılmadı. Aktarılsa da dilleri başka bir engel oluşturacak. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Böylece son dönem Osmanlı’nın edebî ve entelektüel hayatının çoğulcu oluşu ve çeşitliliği bugüne kadar yeterince tanınmıyor. Ancak o dönemde yazılanlar bugün bile bize ilham verebilecek nitelikte.
Arapça ve bazı Kafkas dillerini de biliyorsunuz. Mukayeseli akademik çalışmalarınız var. Dil ve kültürler üzerinden toplumlar üzerinde gözlemleriniz olmuştur mutlaka. Neler söylersiniz?
Bir zamanlar biraz Arapça, biraz da Gürcüce öğrenmiştim. Ama bu dilleri bildiğimi kesinlikle söyleyemem. Çeyrek yüzyıl önce Türk edebiyatı ve entelektüel hayatı ile ilgilenmeye başladığım zaman, özellikle modern edebiyat üzerindeki çalışmalarda ve de edebiyat dergilerinde Batı-merkezciliğin hüküm sürdüğünü gördüm. Mukayeseli çalışmalarım ve çevirilerim biraz da buna bir tepkiydi. Yıllar önce Hece dergisinde çıkan bir makalede Türk edebiyatı üzerine çalışanlar yüzlerini sadece Paris ve New York’a değil de, ama Kahire veya Nairobi’ye de biraz çevirse, bunun edebiyat eleştirisi için yararlı sonuçlara yol açabileceğini yazmıştım. Bu tesbitin hâlâ doğru olduğunu düşünüyorum. Edebiyatın, düşüncenin daha fazla Asya’ya ve daha daha Afrika’ya ihtiyacı var. Bunu Paris’i de çok seven biri olarak söylüyorum.
Bir dönem Türkiye’de bulundunuz ve Bilkent Üniversitesinde çalıştınız. İzlenimlerinizi alabilir miyiz?
2002 ile 2011 yılları arasında Bilkent Üniversitesinde Talat Sait Halman’ın kurucusu olduğu Türk Edebiyatı Bölümünde hocalık yaptım. Akademik anlamda güzel ve önemli yıllardı benim için. Bir yandan Hilmi Yavuz gibi çok değerli insanların yanında çalışabilmek bir ayrıcalıktı. Diğer yandan, öğrencilerimiz gerçekten çok iyiydi. Talat Hoca edebiyat üzerine tartışmak için büyük bir özgürlük alanı yaratmıştı. On dokuzuncu yüzyıl Ermeni-Türkçe edebiyattan günümüz edebiyatına kadar, o günlerde geleneksel Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinde çalışılmayan konularla uğraşabildik. Tabi, Türkiye o zamanlarda, hemen hemen her şeyin tartışılabildiği başka bir ülkeydi. Türkiye’yi de 90’larda tanıdığım için, AK Parti hükümetinin ilk yıllarında ortamın ne kadar rahatladığını da biliyorum. Elbette sorunlar yok değildi. Fakat bana kalsa sanki 2008-9 yılları bir dönüm noktası. O dönemde bugün yaşananların ilk işaretleri göründü. Çoğulcu bir siyasetten daha baskıcı bir tutuma doğru bir kayma başladı. Bununla birlikte hiç değişmeyen sorunlar da var: Türkiye’de neoliberal politikaların uygulandığı 2000’li yıllardan beri iş kazaları çok arttı. Düşünün, SGK’nın verdiği istatistiklere göre 2016 yılında 1405 insan iş kazası sonucu yaşamını yitirmiş. 2015’te, 1252. 2014’te 1626. Bunlar ürkütücü rakamlar. İnsan haysiyetini savunan herkes, politik görüşleri ne olursa olsun, bunu değiştirmek için uğraşmalı.
Türkiye’deki gelişmeleri ve özellikle OHAL sürecinde yaşananları yakından takip ediyorsunuz. Neler söylersiniz? Sizin pencerenizden Türkiye nasıl görünüyor?
Türkiye’yi seven herkes gibi, büyük bir üzüntü duyuyorum. Tanıdıklarımdan, sevdiklerimden tutuklananlar, işini kaybedenler olmuştur. Tanıdığım, yaşadığım Türkiye yok artık. Biliyorsunuz belki de, Zaman gazetesinin kitap ekinde yazdım birkaç kere. O yayın yok artık. Evrensel dergisinde de kimi yazılar yayımladım. O dergi da yasaklandı. Hatta son Türkçe kitabım “Edebiyatın Sınırlarında” Evrensel yayınlarından çıkmıştı. O yayınevi de kapatıldı. Sebebini de anlamak mümkün değil. Ama daha önemlisi bu son yıllarda toplumda oluşan derin yaralar nasıl iyileşecek? Bu önemli, ama cevaplanması zor bir soru. Sorumlu bir hükümet, kutuplaşma politikalarına son verip herkesi dinlemeyi öğrenmeli. Yeniden birlikte yaşama imkânlarını inşa etmeye çalışmalı. Ama yaşanan bütün acılardan sonra bu kolay olmayacak.
Türk Basın Tarihi’nde Yeni Asya’nın özel bir yeri var
Yeni Asya’yı nasıl tanıdınız ve gazetemiz hakkındaki düşünceleriniz?
Aslında bir gazete sevdalısıyım. En meşgul olduğum günlerde bile, 2-3 gazete alıp okurum. Ondan dolayı Türkiye’de basın tarihiyle de ilgileniyorum. O tarih bağlamında Yeni Asya’nın duruşundan dolayı, yani Said Nursî geleneğinden geldiği için, özel bir yeri olduğu kesin. Ayrıca şöyle bir şey de var. Batı Avrupa’dan Türkiye’ye bakıldığı zaman hep bir hata yapılıyor. Türkiye’nin bugünkü sorunları bir tür din – laiklik çatışmasına indirgeniyor. Yanlış bir yaklaşım. Yeni Asya da bunu her gün ispatlıyor. Şimdiki hükümet ve siyasetlerine karşı, sadece son dönemde değil, hep eleştirel bir yaklaşım sergilemiştir. Bugün dindar-muhafazakâr muhalefetin önde gelen sesidir.
Said Nursî, İslâmiyet’in önde gelen âlimlerindendir’
Said Nursî yirminci yüzyılda İslâmiyet’in önde gelen âlimlerindendir. Yapıtları, onun modernite ile nasıl hesaplaştığı ve İslâmî açıdan cevaplar üretmeye çalıştığını gösteren, İslâm düşünce tarihinin önemli merhaleleri. Kendisi ayrıca inançları ve düşüncelerinden dolayı oldukça ağır bir bedel ödemiştir. Modern çağda İslâm’ı ve de Türkiye’yi anlamaya çalışırken, okunması gereken önemli bir düşünür.
Arkadaşımız Nur Ener Kılınç’ın tutukluluğuna ve hakkındaki son karara duyarlılık gösteren nadir insanlardan birisiniz. İki yazı yazdınız. Yazılarınıza ek olarak ifade etmek istediğiniz şeyler var mı?
Hem tutuklanışından önce Yeni Asya’da yazdıkları, hem de Üç Dal Papatya başlıklı kitabı, Nur Hanım’ın susturulanların sesi olmaya çalıştığını gösteriyor. Muhtemelen onun için bugün anlaşılması güç mahkeme kararlarıyla susturulmak isteniyor. Oysa cesareti ve duruşuyla Nur Hanım, insanın onurlu yaşayabilmesi için mücadele eden herkese ve insanın “eşref-i mahlûkat” olduğuna inanan herkese bir örnektir.
***
Oxford Üniversitesi’nde profesörlerinden Laurent Mignon, Lüksemburg gazetelerinden Taggeblatt’ta “L’ecole de Joseph” (Yusuf’un Okulu / Medrese-i Yusufiye) ve yine Lüksemburg’da yayınlanan d’Lëtzebuerger Land gazetesi’nde “Yeryüzünde adalet varsa bu hükmü bozacaktır” başlıklı makaleler yayınlamıştı.
RÖPORTAJ: NURDAN TOPRAK