Haberdar Genel Yayın Yönetmeni Said Sefa: İktidar, bölgedeki haberlerin kendi istedikleri minvalde olmasını istedi. Bunun için de bölgedeki alternatif medyanın, yani iktidar medyası dışında kalan medyanın, ya sesi kesildi, ya da baskı altına alındı.
Haberdar sitesinin Genel Yayın Yönetmeni Said Sefa ile röportajımızın 2. Bölümünde, Sefa’ya “Haber Nöbeti” için bir grup gazeteciyle birlikte gittikleri Diyarbakır’daki izlenimlerini sorduk. Sefa; Güneydoğu’daki gazetecilerin zor şartlar altında, çatışma ortamında habere ulaşma çabası içinde olduğunu söyledi.
Çok kısa bir süre önce çatışma bölgesinde çalışan gazetecilerin çalışma şartlarını yerinde görmek için ‘Haber Nöbeti’ne katıldınız. Gözlemlerinizi biraz merak ediyoruz, ne gördünüz orada? Gazeteciler hangi şartlarda çalışıyor?
Orada, şöyle bir psikoloji oluşmuş. İktidarın istediği algılar yönünde haber yapılırsa buna müsaade ediliyor. İktidar, bölgedeki haberlerin kendi istedikleri minvalde olmasını istedi. Bunun için de bölgedeki alternatif medyanın, yani iktidar medyası dışında kalan medyanın, ya sesi kesildi, ya da baskı altına alındı. Bölgedeki gazetecilere “Siz bu olayları görmeyeceksiniz” denildi. Haber yapan gazeteciler de gözaltına alınmaya başlandı. Tutuklamalar başladı. Böyle şartlarda gazetecilik yapıyor olmak zor. Oradaki meslektaşlarım da ortalama 18-25 yaş arası gazeteciler. Gencecik adamlar bunlar. Bunların üzerine koca bir iktidarın baskı yaptığını düşünün. Oradaki özel harekât birimlerinin baskısını düşünün. Yaptıkları haberlerin, Türkiye tarafından duyulmadığını veya sessiz kalındığını düşünün. Gittiğimde gördüm ki bunların, hem maddî hem manevî baskılarını hissediyorlardı. Oradaki meslektaşlarımızın hem meslekî açıdan çektiği sıkıntıları duyurmaya hem de onların yaptıkları haberleri ülkenin her yerine aktaralım niyetiyle bölgeye gittik.
Haberlerin, hükümet kontrollü medya ve alternatif medya olarak iki farklı kaynaktan geldiğini düşünürsek, ikisi de farklı donelerle toplumu enforme ediyorlar. Hangisinin sağlıklı olduğuna nasıl karar vereceğiz? Meselâ; hükümet medyası “şu kadar terörist öldürüldü” derken, hükümet dışı medya da ölen kişilerin aslında sivil olduğunu söyleyebiliyor. Bu ikisinin arasındaki ayrımı nasıl yapabiliriz?
Gezi süreciyle zirveleşen bir şey yaşadık. İktidarın istediği algının dışında bir algıyı düşünemiyorsunuz. İktidar medyasının inanılmaz bir gücü var. Yani eğer sizi birileri manipüle ediyorsa -Türkiye’deki kamuoyu için konuşuyorum,- o birileri iktidar medyasıdır. Çünkü çok güçlü. Doğrudur; alternatif medya da -olaylara kendi ideolojik çizgisinden bakan medya-art niyetliler var ve kamuoyunu manipüle etmek istiyor; ancak devede kulak kalıyor onların manipülasyonu.
İktidar medyası daha fazla mı manipüle ediyor?
Tabiî. İktidar medyasında akıl almaz bir manipülasyon var. Erdoğan, siyasetten öte, medyayı çok iyi keşfetmiş, toplumu medya ile yönetebileceğini çok iyi anlamış. Siyasetten önce medyayı çözmüş. İktidar medyası da bunun için oluşturulmuş. Toplumun neredeyse % 60-70’i iktidarın oluşturduğu medyanın bakış açısıyla olaylara bakıyor. Eğer bir manipülasyon varsa, gerçeği ıskalama varsa iktidarın bize gösterdiği noktalarda bir sıkıntı var.
Alternatif medya ne kadar doğru haber yapsa da toplumun buna inanması kolay mı sizce?
Kritik bir süreçten geçiyoruz. Toplumun 100 yıllık düşünce kodları zamanla farklı bir milliyetçilik anlayışı üzerine yayılmış. Muhafazakâr-milliyetçi bir toplumuz. Hatta muhafazakârlığın biraz üzerini kazıdığınız zaman altından çok net bir şekilde milliyetçilik çıkıyor. Öyle olunca da devletin bize öğretmiş olduğu temel ilkeleri dışında olaylara bakamıyoruz. Meselâ bölgede, rutin dışına çıkıldığı için, herkesi üzebilecek bir hadise gerçekleştiğinde, buna üzülmek veya bunu sorgulamak yerine bahane arıyoruz ‘’bir sebebi vardır mutlaka’’ diyoruz. Kamuoyunun, özellikle muhafazakâr-milliyetçi orta sınıfının “Devlet yanlış yapmaz” ön kabulü var. Bu ön kabulü kıramadığı için; onu istediği doğrultuda yönlendirecek iktidarın devasa medya gücü de varken, gerçeği anlaması çok zor.
“Devlet yanlış yapmaz” algısını nasıl değerlendirmek lâzım, neden bu şekilde düşünülüyor? Neden devlete bir kutsiyet atfediyor bu bahsettiğiniz kesim?
Eleştirdiğimiz en temel noktalardan biri Makyavelizm’dir. Makyavelizm’in temelinde bireylerin sistem için feda edilmesi var. Eleştirdiğimiz Makyavelizm’e dikkatle bakınca, bizdeki muhafazakârların genlerinde olduğunu görüyoruz. Nedir o genlerimize işleyen? “Devlet ebed müddet” anlayışı. “Devletin bekası için ferd feda edilebilir” anlayışı. Devlete kutsiyet atfetme anlayışı. Türkiye toplumunun geleneksel yapısında düşünce kodlarında muhafazakârlık temel esastır. Bu hiçbir zaman değişmedi. Mukaddesatçılık, toplumsal geleneğimizin esası olmuş. Öyle olunca da mukaddesatçı anlayış, devletçi anlayışı besleyen, büyüten, geliştiren temel dinamik olmuş.
Bediüzzaman “Fert için toplumun selâmeti feda edilmez” diyor. Gene aynı şekilde, başka bir yerde, “Bir gemide dokuz cani bir masum varsa o gemi gene de batırılamaz” diyor.
Şimdi batırılıyor işte o gemi. İslâmî literatüre baktığınız da bunun yeri yok. Beşeri sistemlere baktığınız da yok, evrensel hukukta veya lokal hukukta bunun yeri yok. Hiçbir şeyde yeri olmayan bir şeyi, devletin bekası adına yapıyorum diye rutin dışına çıkarak yapıyor bu devlet ve biz bunu alkışlıyoruz. Alkışlamak zorunda hissediyoruz. Düşünce kodlarımız böyle şekillenmiş. Bir de iktidar medyası bu düşünce kodlarımızı besleyecek şekilde, yapılan her şeyi alkışlayalım diye haberler yapıyor. Siviller neden, nasıl etkilendi? On binlerce insan göç etmek, evlerini terk etmek zorunda kaldı. Koca koca ilçeler haftalarca sıkı yönetime maruz bırakıldı.
Bunları konuşup eleştiremiyoruz. Eleştirdiğimiz zaman da hemen hain ilân ediliyoruz. Hain ilân edilmemek için susan yığınlar oldukça, birileri mutlaka rutin dışına çıkacak ve ülkenin halkları arasında maalesef duygusal kopuşlar gerçekleşecek. Bugün, çok korkulan fiziksel ve coğrafik bölünme gerçekleşmese de; üzülerek söylemeliyim ki duygusal ve psikolojik kopuş çoktan gerçekleşmiş.
Güneydoğu’daki gazetecilerin bölgede zor şartlar altında, çatışma ortamında habere ulaşma çabası içinde olduğunu söylediniz. Batıdaki gazeteciler için de aynı sıkıntı geçerli değil mi? Yaptıkları haberlerden dolayı tutuklanıyorlar, gözaltına alınıyorlar, haklarında iddianame hazırlanmadığı halde aylardır hapishanede tutuluyorlar. Bu durum nereye kadar devam edecek?
Devlet dediğiniz, hukuk normlarıyla tarif edilir. Hukuk normları olmazsa devletten bahsedemezsiniz. Devlet olmayınca, hangi siyasî akım güçlüyse her şeye hakim olmaya, devlet gibi davranmaya başlar. Türkiye tam olarak bunu yaşıyor. Hukukun bütün normları alt üst edilmiş. İktidarın başındaki insanlar da bunu söylemekten kaçınmıyorlar. “Fiilen Anayasayı askıya aldık. Artık bu anayasa düzeni yoktur. Biz bu anayasal düzeni yıktık.” Bu kadar ileriye gidebiliyorlar. Böyle olunca da ortada hukuk kalmıyor. Hukukun olmadığı yerde gazetecililikten bahsedilemez. Çünkü gazetecilik her şeyden önce iktidarı rahatsız eder. Muktediri rahatsız eder. Gazeteciyi de güçlü iktidar karşısında ancak hukuk koruyabilir. Hukuk gazeteciyi korumak bir yana, iktidarın elinde gazeteciyi döven bir sopaya dönüşmüş.
Gazeteci, neden muktediri rahatsız eder?
Gazetecinin işi, gerçeği yansıtmaktır. Eğer muktedir, yolsuzluk ve benzeri şeyleri yapmışsa, siyasetin sınırlarının dışına çıkmışsa, intikam duygularıyla hareket ediyorsa, hukuku çiğnemişse, bunların kamuoyu tarafından bilinmesini istemez, gerçeklikten kopar ve uzaklaşmış olur. Gazeteci de mesleği gereği bu gerçekliği aktarması gerekiyor. Bu yüzden gerçeklikten kopmuş iktidarlar, gazetecilerden rahatsız olurlar.
Bugün de bu durumdayız o halde?
Evet. Hukuk normları altüst edilmiş. Siyasî bir parti, devletin bütün birimlerine hakim olmuş, bir parti devleti kurmuş, parti devletinin gereklerini yerine getiriyor. Aykırı bir ses istemiyor.
Bundan dolayı, yaptığınız bir haberden dolayı yargılanabilir, tutuklanabilir, cezaevine konabilirsiniz.
Peki gazeteciler, siyasetin çok daha normal olduğu zamanlarda topluma doğru haber aktarma konusunda ne kadar başarılı bir vazife gördüler de bugün başlarına bu sıkıntı geldiğinde toplumdan gerekli desteği görmüyorlar?
Açık ve net konuşalım. Herkes önce kendisiyle yüzleşmeli. Medya camiası, kamuoyunu yanlış yönlendiren, toplum mühendisliğine yönelen, darbelere zemin hazırlayan, darbeciler için imkânları seferber eden ve ilkesizliğiyle tanınan bir camiadır. Türkiye’de sanat camiasının, spor camiasının, siyaset camiasının vs günahları vardır, ama hepsinin günahını toplasanız, medya camiasının günahları kadar etmez.
1930’lardan 2016’lara kadar medya düzenlerinin günahını üst üste koysanız, arşa dayanır.
Toplum medyaya güvenmemekte haklı o zaman?
Toplumun bu hale gelmesinin en temel nedeni de medya camiasıdır. Medya kendisiyle yüzleşmiş değil. Düne kadar Ankara’da Genelkurmayın gölgesinde darbe soslu manşetler atılırdı. Medya zaten masum değildi, gazeteciliğin kendisi masum değil, masum olamadı. Bataklık gibi. İlkelerinizle, durduğunuz zaman sizi içine çekiyor. Ya unutturuyor ademe mahkûm ediyor. Ya da kendine benzetiyor. Gerçeği olduğundan farklı göstermeye başlıyorsunuz. İkiyüzlü yapıya alet oluyorsunuz. Buna isyan edince, ademe mahkûm oluyorsunuz, sesiniz soluğunuz duyulmuyor. Yaptığınız haberler dikkate alınmıyor. Sözümüz çok fazla para etmiyor.
Peki yine Haber Nöbeti’ne dönecek olursak, 5 gün kaldınız orada. Bölge halkıyla temasınız olmuştur elbette. Sürekli silâh sesleri, bomba patlamalar... Halkın psikolojisi nasıl?
Diyarbakır’a gittikten bir gün sonra, Sur’daki 9 mahallede sokağa çıkma yasağının kalktığı söylendi. O açıdan şanslıydık, çünkü oaraları görmüş olduk. 8 saat Sur’un sokaklarını gezdim. 50 bin kişinin kuşatılmış olduğu bir ilçede, mermiyle kilidi kırılmamış bir ev neredeyse yok. Duvarları kurşunlanmamış, yağmalanmamış ev yok. Büyük ihtimalle, evlerden birbirine tünel geçişi var mı diye tesbit etmeye çalışmışlar, ama bunu yaparken her yeri talan etmişler. Aramanın da bir mantığı var. Bütün evleri böyle düşünün. Orada yaşayanların çoğunun örgütle, PKK’yla, çatışmayla alâkası yok.
Bir toplumu bu şekilde abluka altına almak, onları devletten nefret ettirir ki, zaten öyle olmuş. Halkın çoğunluğu bu savaşı şehirlere taşıdığı için örgüte kızıyor, ama devletten nefret ediyor. Özeti bu.
Devletten neden nefret ediyorlar?
50-60 yıldır devlet korkusuyla, devlete saygı besleyen o insanlar korkularıyla yüzleşmişler. Devletin gücünü görmüşler! Öyle olunca korku nefrete dönüşmüş bir anda. Öfke değil, kızgınlık değil, nefret.
Abluka altında olmayan mahallelerde de hayal kırıklığı oluşmuş. Barışa bu kadar yaklaşılmışken, üç yıl boyunca ‘bu meseleyi ben çözeceğim’ diyen bir siyasî irade varken, analar ağlamayacak diye sürekli telkinlerde bulunulurken, bir anda, bıçakla keser gibi barıştan savaşa dönülmüş olması, hayal kırıklığı oluşturmuş. Artık bu iş barışla olmaz düşüncesindeler. Bölgede iki duygu hâkim; birincisi nefret, ikincisi hayal kırıklığı.
Son yaşanan süreç örgütsel bir bağı olmayan vatandaşa da “Bağımsız Kürt devleti” fikrini yerleştirmiş diyebilir miyiz? Bir duygusal kopuş söz konusu mu?
Yani, “Biz artık Türkiye devleti içerisinde beraber yaşayamayız, Kürtlerin bağımsız bir devlet olması lâzım, bizim buradan bağımsızlığımızı almamız lâzım, kendi devletimizi kurmamız lâzım.” gibi bir noktaya gelmiş değiller. Böyle bir duygusal kopuş görmedim.
Peki nasıl bir duygusal kopuş var?
Kürtler diyorlar ki; ‘’mesele ne terör meselesi, ne şiddet meselesi, ne de hendek meselesi. Bu devletin Kürtlerle problemi var, Kürt fobisi var.’’ Meselâ şunu örnek veriyorlar “Bağcılarda, Gaziosmanpaşa’da, Zeytinburnu’nda, 3-5 mahallede hendek kazsalar, çukurların içine girseler, polis asker sokmasalar, gelene kurşun sıksalar. Bütün Bağcılar’da, Zeytinburnu’nda Okmeydanı’nda sokağa çıkma yasağı ilân edilir mi? Hepsi abluka altına alır mı? Hayır, ama Sur’da, Nusaybin’de, Cizre’de bunu rahatlıkla yapıyorlar. Demek ki devletin derdi hepimizle” diyorlar. Duygusal kopuşun olduğu nokta bu. Sizin bahsettiğiniz ikinci safhadır. Biraz daha böyle devam ederse ikinci safhaya yani coğrafî bölünmeyi talep etme safhasına gelecekler. Henüz o safhaya gelinmiş değil. Duygusal kopuşun en belirgin emarelerinden biri de, Türkiye’nin batısındaki insanların, hiçbir zaman kendilerini anlamayacak olmalarına olan inançları. Sessizlik rızasına gömülmüş olunmasına anlam vermiyorlar.’ Neden sesimiz duyulmuyor?’ sitemi, yakında artık bizi duymanıza gerek yok, size de ihtiyacımız yok restleşmesine dönüşebilir.
Röportaj:
Gökhan Yılmaz MGokhanYlmz
Ekrem Özden EkremOzden86
[email protected]
Fotoğraf: Mustafa Sait Önal