— Ş —
ŞAMLI HAFIZ TEVFİK:
Bakınız TEVFİK.
ŞA’RANÎ (1492-1565):
Asıl adı Abdülvehhab bin Ahmet bin Ali el-Hanefî’dir. Saçlarını uzattığı için
daha çok “Şa’ranî” lâkabıyla bilinmektedir. Şa’ranî Mısır’da doğdu. Tahsilini Kahire’de tamamladı. Tasav-
vuf, akait, fıkıh, ansiklopedi, gramer ve tıp gibi alanlarda eserler telif etti. Yazdığı eserlerde tekke ve
medrese ilimlerine yer verdi ve bu ilimleri uyumlu bir şekilde işledi.
Dört mezhebin birleştiği ve ayrıldığı konuların ele alındığı Mizan-ı Şa’ranî adlı eseri bilinen en meş-
hur eseridir. Şah-ı Nakşibend: Asıl adı Bahaeddin Muhammed B. Muhammed’ül Buharî’dir. Şah-ı
Nakşibend olarak meşhur olan Bahaeddin’e bu ünvanın ne zaman verildiği bilinmemekle beraber, de-
vamlı olarak yapılan gizli zikrin kalblerde vücuda getirdiği “nakş”a izafeten verildiği genel kabul
görmüştür.
Muharrem 718’de (1318) Buhara yakınlarındaki Kasrıarifan (Kasrıhindüvan) köyünde doğdu. Üç gün-
lük bebek iken dedesinin mürşidi Baba Muhammed Semmasi tarafından manevî evlât olarak kabul
edildi. Daha sonra Semmasi, onu müridi Emir Külal’a teslim ederek tasavvuf terbiyesiyle yetiştirilme-
sini istedi.
Bahaeddin, tarikatın adap ve usulünü öğrendiği sıralarda, bir gece rüyasında, kendisinin doğumun-
dan bir asır evvel vefat etmiş olan Abdülhalik-ı Gücdüvani’yi görür ve onun manevî şahsiyetine intisap
eder. Evvelâ tasavvufu öğrenip bilahare ilmî eğitimini tamamlamış olduğundan, “Üveysî” lakabıyla anıl-
maya başlanır. Mezarlığı dolaşırken yakın zamanda vefat eden Şeyhi Semmasi ve diğer büyük zatları
mana âleminde müşahede eder. Bu sırada Gücdüvani Hazretlerinin kendisine, “Dinin emir ve yasakla-
rına uy, ruhsatlara ilgi gösterme, azimetlere sadık kal, Peygamber (
ASM
) ve Ashabının yolundan git!”
şeklindeki tavsiye ve ikazları, manevî âleminde büyük bir etki yapar. Bu ikazlardan sonra hayatında
ruhsatları değil de azimetleri (fetva yerine takvayı ) esas alıp, cehrî zikirden hafî zikre yönelir.
Mutat olarak devam ettirilen ve gizli zikirle sesli zikri bir arada icra eden müritlerin aksine Bahaed-
din’in tamamen gizli zikirleri icra etmesi dikkat çeker, yanlış yaptığı düşüncesiyle şeyhe şikâyet edilir.
Bunun üzerine Seyyid Külal; ona dokunmamalarını, memur olduğu şeyi yaptığını söyleyerek ikaz eder.
Bilâhare artık Bahaeddin’e verebileceği bir şeyinin kalmadığını, gitmekte serbest olduğunu söyler. Ba-
haeddin eğitimini tamamladıktan sonra köyüne döndü. Burada talebe yetiştirmeye başladı. İki kez
hacca gitti. 3 Rebiülevvel 791’de (2 Mart 1389) 73 yaşında iken, doğduğu köyde Hakkın rahmetine ka-
vuştu.
Buhara ile Şah-ı Nakşibend arasında büyük bir bağ oluşmuş, Buharalılar onu “belâyı defeden hace”
(hace-i belâ-gerdan) olarak anıp şehirlerinin manevî koruyucusu olarak saymışlardır. Onun manevî var-
lığının etkisiyle Buhara, bütün Orta Asya Müslümanları nezdinde ilim ve maneviyat merkezi
addedilmeye başlanmıştır. Baba tarafından nesebi İmam-ı Cafer-i Sıddık Hazretlerine dayanan Şah-ı
Nakşibend; kerametlerin fazla bir değer taşımadığını, bir tarikata bağlanmanın yeterli olmadığını ifade
ederek, tekkelerde fazla oturmamasıyla geleneksel sûfîlikten farklı hareket etmiştir. Bahaeddin, ilim
adamlarına değer verdiği gibi onlar da kendisine hürmet etmişlerdir. O, “Bilmiyorsanız zikir ehline so-
runuz” (Enbiya Suresi, 7.) ayet-i kerimesini, ilim adamlarına danışmayı emrettiği şeklinde tefsir etmiştir.
(TDV İslam Ansiklopedisi, IV. C., s. 458-459).
Şah-ı Nakşibend ile büyük kuvvet bulan tarikatı, Orta Asya, Horasan ve çevresinin Sünnileşmesin-
de çok etkili olmuştur. Kerametlerin açıklanmasına karşı olup, özellikle bu konuda talebelerini ikaz
etmiştir. Bu sebepledir ki, Nakşî tarikatında “kerameti gizlemek, göstermekten daha büyük keramet-
tir” düsturu esas alınmıştır. Kendisinde kerametin görülmemesinin sebebini soran birine, Şah-ı
Nakşibend, “Sırtımızda bunca günah kamburu varken, halâ ayakta kalmamızdan daha büyük keramet
olur mu?” şeklinde karşılık vermiştir. Tarikatın önemli bir özelliğini teşkil eden gizli zikir ile kalbin fet-
hi, benlik ve enaniyet mikrobunun öldürülmesi, kötülüğü emreden nefsin öldürülmesi amaçlanmıştır.
(Mesnevi-i Nuriye, s. 89.)