Hem meselâ, Vehhabîler ve Haricîler ise, nusus-i şeri-
ata ve sarih-i ayata ve zevahir-i ehadise istinat ederek
halis tevhide münafi ve sanemperestliği ima edecek her
şeyi reddetmekliği kaide tutmuşlar. Fakat, Birinci nükte-
deki üç esasta beyan edilen sebepler cihetinden gelen
menfi garazlar, onları haktan çevirip, dalâlete saptırmış
ki, ifrat derecesinde tahribat yapıyorlar. Ve hakeza, Ceb-
riye olsun, Mutezile olsun, hangi fırka olursa olsun, böy-
le bir hakikati mesleğinde görüp, onunla aldanıp, sonra
dalâlete saplanır.
Her ne ise… Her batıl bir mesleğin her bir ciheti batıl
olmak lâzım olmadığı gibi, her bir hak mesleğin dahi her
bir ciheti hak olmak lâzım değildir. Buna binaen, sâdat-
tan olan şerif-i Mekke, ehl-i sünnet ve Cemaatten iken,
zaaf gösterip ‹ngiliz siyasetinin Haremeyn-i Şerifeyne
müstebidâne girmesine meydan verdi. nass-ı ayetle küf-
farın girmesini kabul etmeyen Haremeyn-i Şerifeyni, ‹n-
giliz siyasetinin, âlem-i ‹slâmı aldatacak bir surette, mer-
kez-i siyasiyesi hükmüne getirmesine yol verdiğinden,
ehl-i bid’attan olan Vehhabîler, hariçten medar-ı istinat
aramayarak, filcümle nimmüstakil bir siyaset-i ‹slâmiye
takip ettiklerinden, şu cihette haklı olarak o gibi ehl-i
sünnete galebe ettiler denilebilir.
DÖRDÜNCÜ NÜkte
esbap tahtında vücuda gelen hâdiseler, o esbabın ha-
lis malı değil. Belki asıl o hâdisenin hakikî sahibi kader-
dir. kader ise hikmet-i ‹lâhiye ile hükmeder.
batıl:
doğru olmayan, yanlış.
beyan:
anlatma, izah, açıklama.
binaen:
-den dolayı.
Cebriye:
insanın iradesini inkâr
ederek, kulun, rüzgâr önündeki
yaprak gibi, kaderin mahkûmu
olduğunu ileri süren batıl itikadî
bir mezhep.
cihet:
yan, yön, taraf.
dalâlet:
doğru yoldan ayrılma,
sapma.
ehl-i bid’at:
dinin aslında olmadı-
ğı hâlde, sonradan çıkarılan zarar-
lı âdet ve uygulamaları dine mal
etmeye çalışanlar.
ehl-i Sünnet ve Cemaat:
‹slâmı
ilk günkü safiyetiyle kabul ede-
rek, dinde olmayan şeyleri karış-
tırmayıp, Hz. Peygamberin sün-
netinden ve yolundan ayrılma-
yanlar.
esbap:
sebepler, vasıtalar.
filcümle:
bütünüyle, tamamen.
fırka:
grup.
galebe etmek:
üstün gelmek.
garaz:
kötü niyet, kin.
hakeza:
bunun gibi, benzeri.
hakikî:
gerçek.
halis:
katıksız, saf, samimî, içten.
Haremeyn-i Şerifeyn:
Mekke’de
Kâbe’nin bulunduğu mescit ile
Medine’de Peygamberimizin kab-
rinin bulunduğu mescit.
hariçten:
dışarıdan.
hikmet-i ‹lâhiye:
Allah’ın hikme-
ti, her şeyin belirli gayelere yöne-
lik, faydalı ve yerli yerinde olma-
sı.
hükmetme:
karar verme, iş gör-
me.
hükmüne getirme:
değerine
çıkartma.
ifrat:
aşırı gitme, aşırılık.
ima etmek:
işaret etmek, çağrış-
tırmak.
istinat:
dayanma.
kader:
Cenab-ı Hakkın ezelî ilmi
ile, kâinatta olmuş ve olacak bü-
tün şeylerin varlık ve yokluğunu,
geçmiş ve geleceğini bilmesi.
küffar:
kâfirler, ‹slâmiyeti inkâr
edenler.
medar-ı istinat:
dayanak nokta-
sı.
menfi:
negatif, olumsuz.
merkez-i siyasiye:
siyaset
merkezi.
Mutezile:
Emevîler devrinde
ortaya çıkan ve Allah’ı tenzih
etmek maksadıyla meseleleri
sırf akılla izaha çalışan ve “Kul
fiilinin yaratıcısıdır” görüşüne
inanan batıl bir itikadî mez-
hep.
münafi:
zıt, ters, aykırı.
müstebidâne:
diktatörcesine,
zorbaca.
nass-ı ayet:
ayetin hükmü.
nimmüstakil:
yarı bağımsız,
yarı hür.
nusus-i şeriat:
şeriatın açık
ve kesin hükümleri.
nükte:
herkesin anlayamadı-
ğı ince mana, ancak dikkat
edildiğinde anlaşılan ince söz
ve mana.
Sâdat:
Seyyidler; Hz. Muham-
med’in soyundan gelenler.
sanemperestlik:
puta tapıcı-
lık.
sarih-i ayat:
ayetlerin mana-
larının açıklığı.
siyaset-i ‹slâmiye:
‹slâmın si-
yaseti, idaresi.
suret:
biçim, tarz, şekil.
şerif-i Mekke:
Mekke emîri.
tahribat:
tahripler, yıkıp boz-
malar.
tahtında:
altında.
tevhit:
birleme, Allah’ın bir
olduğuna inanma, Allah’ın
varlığını, birliğini, dengi ve or-
tağı bulunmadığını kabul et-
me.
vücuda gelmek:
meydana
gelmek.
zaaf:
zayıflık.
zevahir-i ehadis:
hadislerin
görünen zahiri, açık manaları.
Y
irmi
S
ekizinci
m
ekTup
| 620 | Mektubat