BuParçaAltın ve Elmas İleYazılsa Liyakati Var
Evet, sabıkan bahsi geçmiş, avucunda küçük taşla-
rın zikir ve tesbih etmesi;
(1)
n
âr
«n
en
Q r
Pp
G n
âr
«n
en
Q Én
en
h
sır-
rıyla, aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana
top ve gülle hükmünde, onları inhizama sevk etmesi;
(2)
o
ôn
ªn
?r
dG s
?°n
ûr
fGn
h
nassı ile, aynı avucunun parmağıyla
kameri iki parça etmesi; ve aynı el, çeşme gibi on
parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi; ve
aynı el hastalara ve yaralılara şifa olması, elbette o
mübarek el ne kadar harika bir mu’cize-i kudret-i İlâ-
hiye olduğunu gösterir. Güya, ahbap içinde o elin
avucu küçük bir zikirhane-i Sübhanîdir ki, küçücük
taşlar dahi içine girse zikir ve tesbih ederler. Ve a’dâ-
ya karşı, küçücük bir cephane-i Rabbanîdir ki, içine
taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur. Ve yaralılar
ve hastalara karşı küçücük bir eczahane-i Rahmanî-
dir ki, hangi derde temas etse, derman olur. Ve celâl
ile kalktığı vakit, kameri parçalayıp, kab-ı kavseyn
şeklini verir; ve cemal ile döndüğü vakit, Âb-ı Kevser
akıtan on musluklu bir çeşme-i rahmet hükmüne girer.
Acaba böyle bir Zatın bir tek eli, böyle acip mu’ciza-
ta mazhar ve medar olsa; o Zatın, Hâlık-ı Kâinat ya-
nında ne kadar makbul olduğu ve davasında ne kadar
sadık bulunduğu ve o el ile biat edenler ne kadar bah-
tiyar olacakları, bedahet derecesinde anlaşılmaz mı?
Âb-ı kevser:
Kevser Suyu; cennet-
teki sulardan biri.
acip:
hayret veren, hayrette bıra-
kan.
a’dâ:
düşmanlar.
ahbap:
dostlar.
bahsi geçmiş:
sözü edilmiş, konu
olarak anlatılmış.
bahtiyar:
bahtlı, tâli’li, mutlu.
bedahet:
açıklık.
biat etmek:
uymak, tâbi olmak,
bağlanmak.
celâl:
heybet, haşmet.
cemal:
güzellik.
cephane-i Rabbanî:
Rabbanî cep-
hane, Rab olan Allah’a ait cepha-
ne.
çeşme-i rahmet:
rahmet çeşme-
si.
dava:
iddia, gaye; takip edilen fi-
kir.
derman:
ilâç, çare.
eczahane-i Rahmanî:
merhamet
ve şefkat sahibi olan Allah’ın ec-
zahanesi.
gülle:
mermi.
Hâlık-ı kâinat:
kâinatın yaratıcısı
olan Allah.
harika:
olağanüstü, insanların
yapmaktan aciz oldukları şey.
hükmünde:
yerinde, değerinde.
hükmüne:
yerine, değerine.
inhizama sevk etmek:
hezimete,
bozguna uğratmak.
kab-ı kavseyn:
karşılıklı iki yay
gibi ikiye bölünmüş ayın iki par-
çalı görünüşü.
kamer:
ay.
liyakat:
lâyık olma, uygunluk.
makbul:
kabul edilmiş, geçerli.
mazhar:
bir şeyin ortaya çık-
tığı, göründüğü yer.
medar:
dayanak; kaynak; se-
bep, vesile.
mu’cizat:
mu’cizeler; Allah ta-
rafından verilip, yalnız pey-
gamberlerin gösterebilecekle-
ri büyük harika işler.
mu’cize-i kudret-i İlâhî:
Al-
lah’ın sonsuz kudretiyle bir
mu’cize eseri olarak yarattığı
şey.
mübarek:
bereketli, hayırlı,
uğurlu.
nas:
kesin delil veya hüküm
getiren ayet veya hadis.
sabıkan:
bundan önce.
sadık:
doğru, gerçek.
şifa:
iyileşme, sağlığına kavuş-
ma.
temas etmek:
dokunmak,
değmek.
tesbih:
Allah’ı bütün kusur ve
noksan sıfatlardan uzak tut-
ma, Cenab-ı Hakkı şanına lâ-
yık ifadelerle anma.
vakit:
zaman.
Zat:
şahıs, kişi, fert.
zikir:
Allah’ın adlarını anarak
dua etme, Allah’ı anma.
zikirhane-i Sübhanî:
her tür-
lü eksiklikten uzak olan Al-
lah’ın anıldığı yer.
o
n
d
okuzuncu
m
ekTup
| 240 | Mektubat
1.
[Ey Muhammed!] Attığın zaman da sen atmadın… (Enfal Suresi: 17.
2.
Ay yarıldı. (Kamer Suresi: 1.