gözlüğünü yere vurdum, kırdım. Birden hikmet-i
kur’aniye ile ışıklanmış bir göz ile baktım, gördüm ki:
Hâlık-ı Arz ve semavatın
Kadîr, Âlim, Rab, Allah
ve
Rabbüssemavati Ve’l-Ard
ve
Musahhirü’ş-Şemsi Ve’l-
Kamer
isimleri rahmet, azamet, rububiyet burçlarında
güneş gibi tulû ettiler. o karanlıklı, vahşetli, dehşetli âle-
mi öyle ışıklandırdılar ki, o hâlette benim imanlı gözüme
küre-i arz gayet muntazam, musahhar, mükemmel, hoş,
emniyetli, herkesin erzakı içinde bir seyahat gemisi ve
tenezzüh ve keyif ve ticaret için müheyya edilmiş ve zî-
ruhları güneşin etrafında, memleket-i rabbaniyede gez-
dirmek ve yaz ve bahar ve güzün mahsulâtını rızık iste-
yenlere getirmek için bir gemi, bir tayyare bir şimendifer
hükmünde gördüm. küre-i arzın zerratı adedince
(1)
p
¿Én
Á/
’r
G p
án
ªr
©p
f '
¤n
Y ! o
ór
ªn
ër
dn
G
dedim.
İşte buna kıyasen risale-i nur’da pekçok muvazene-
lerle ehli-i sefahat ve dalâlet, dünyada dahi bir manevî
cehennem içinde azap çektiklerini ve ehl-i iman ve salâ-
hat, dünyada dahi bir manevî cennet içinde İslâmiyet ve
insaniyet midesiyle ve imanın tecelliyatıyla ve cilveleriyle
manevî cennet lezzetleri tadabilirler, belki derece-i iman-
larına göre istifade edebilirler.
Fakat, bu fırtınalı zamanın, hissi iptal eden ve beşerin
nazarını afaka dağıtan ve boğan cereyanlar, iptal-i his
nev’inden bir sersemlik vermiş ki, ehl-i dalâlet manevî
azabını muvakkaten tam hissedemiyor; ehl-i hidayete da-
hi gaflet basıyor, hakikî lezzetini tam takdir edemiyor.
afak:
bütün dünya, gözle görülen
âlem.
âlim:
her şeyi hakkıyla bilen Allah.
azamet:
büyüklük, ululuk, yücelik.
azap:
büyük sıkıntı, şiddetli acı.
beşer:
insan, insanlık, âdemoğlu.
cereyan:
bir tarafa doğru akış,
akıntı, akım.
cilve:
güzel ve hoş bir biçimde gö-
rünme.
dalâlet:
iman ve İslâmiyetten ay-
rılmak, doğru yoldan ayrılma.
dehşet:
büyük korku hâli, kork-
ma, ürkme.
derece-i iman:
imanın derecesi.
ehl-i dalâlet:
yoldan çıkanlar, az-
gın ve sapkın kimseler.
ehl-i hidayet:
hidayette ve doğru
yolda olanlar, hidayete erişmiş
kimseler.
ehl-i iman:
inananlar, iman sahip-
leri, İslâm dinini kabul edenler.
erzak:
yiyecek, içecek; yenilecek,
içilecek şeyler, azıklar.
gaflet:
gafillik, boş bulunma, ihti-
yatsızlık, dikkatsizlik.
güz:
sonbahar.
hâlet:
hâl, suret, keyfiyet.
Hâlık-ı arz ve semavat:
yeri ve
göğü yaratan, yoktan var eden.
hikmet-i kur’âniye:
Kur’ân’a ait
hikmet, Kur’ân’ın hikmeti.
his:
anlama, sezme, idrak.
insaniyet:
insan olma hâli, insana
yakışır davranış.
islâmiyet:
Müslümanlık, semavî
dinlerin sonuncusu.
istifade:
faydalanma, yararlanma,
yarar sağlama.
kadîr:
kudret sahibi olan ve her
şeye gücü yeten Allah.
kıyasen:
mukayese ile.
küre-i arz:
arz küresi, yer yuvarla-
ğı, dünya, yer küre.
mahsulât:
ürünler.
muntazam:
düzenli ve düzgün bir
biçimde.
musahhar:
boyun eğen, emir altı-
na giren.
Musahhirü’ş-Şemsi ve’l-kamer:
Güneşi ve Ay’ı kendine boyun eğ-
diren Allah.
muvakkaten:
geçici olarak, az bir
zaman için.
muvazene:
ölçü, kıyas, mukaye-
se.
müheyya:
hazır, hazırlanmış.
nazar:
bakış.
nev:
ceşit.
rab:
besleyen, yetiştiren, verdiği
nimetlerle mahlûkatı ıslah ve ter-
biye eden Allah.
rabbüssemavati ve’l-ard:
yerlerin ve göklerin Rabbi olan
Allah.
rahmet:
acıma, merhamet et-
me, esirgeme, bağışlama, şef-
kat gösterme.
rızık:
yiyecek, içecek şey, azık.
rububiyet:
Cenab-ı Allah’ın
her zaman, her yerde, her
mahlûka muhtaç olduğu şey-
leri vermesi, terbiye, tedbir ve
malikiyeti ve besleyiciliği key-
fiyeti.
salâhat:
dindarlıkta çok ileri
olma hâli, günahsız ve temiz
oluş.
sersem:
budala, aptal.
seyahat:
yolculuk, uzun yol-
culuk.
şimendifer:
demiryolunda ça-
lışan vasıta, tren.
takdir:
beğenme, kıymet ver-
me.
tayyare:
uçak.
tecelliyat:
belirmeler, görün-
meler.
tenezzüh:
gezme, eğlenme.
ticaret:
alım satım, mal alım
satımı.
tulû:
doğma, doğuş.
vahşet:
tenha, ıssız, korkunç
yer.
zerrat:
zerreler, çok ufak par-
çalar, moleküller, atomlar.
zîruh:
ruh sahibi, ruhlu, canlı.
1.
İman nimetinden dolayı ezelden ebede kadar Allah’a hamd olsun.
m
ühim
B
ir
S
uale
C
evap
| 18 |
iMan ve küfür Muvazeneleri