güneş gibi tulû etti; o aç, bîçare zîhayat âlemini rahmet
ışığı ile yaldızladı.
sonra hayvanat âlemi içinde, yavruların zaaf ve acz ve
ihtiyaç içinde çırpındıkları hazin ve elîm ve herkesi rikkat
ve acımaya getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi
gördüm. ehl-i dalâletin nazarıyla baktığıma “eyvah” de-
dim. Birden iman bana bir gözlük verdi; gördüm ki,
Rahîm
ismi şefkat burcunda tulû etti. o kadar güzel ve şi-
rin bir surette o acı âlemi sevinçli âleme çevirip ışıklandırdı
ki; şekva ve acımak ve hüzünden gelen gözyaşlarımı se-
vinç ve şükrün lezzetlerinden gelen damlalara çevirdi.
sonra, sinema perdesi gibi, insan âlemi bana görün-
dü. ehl-i dalâletin dürbünü ile baktım; o âlemi o kadar
karanlıklı, dehşetli gördüm ki, en derin kalbinden feryat
ettim, “eyyah!” dedim. Çünkü, insanlarda ebede uzanıp
giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihata eden tasavvurat
ve efkârları ve ebedî beka ve saadet-i ebediyeyi ve cen-
neti gayet ciddî isteyen himmetleri ve fıtrî istidatları ve fıt-
rî had konulmayan, serbest bırakılan kuvveleri ve hadsiz
maksatlara müteveccih ihtiyaçları ve zaaf ve aczleriyle
beraber hücumlarına maruz kaldıkları hadsiz musibet ve
a’dalarıyla beraber gayet kısa bir ömür, her gün ve her
saat ölüm endişesi altında gayet dağdağalı bir hayat, ya-
şamak için gayet perişan bir maişet içinde kalbe, vicdana
en elîm ve en müthiş hâlet olan mütemadî zeval ve firak
belâsını çekmek içinde ehl-i gaflet için zulümat-ı ebedî ka-
pısı suretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar.
Birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar.
acz:
zayıflık, güçsüzlük.
a’dâ:
en zalim, en çok düşmanlık
eden.
âlem:
dünya, cihan.
arzu:
bir şeye karşı duyulan istek,
heves.
beka:
kalıcılık, devamlılık, sabit ol-
mak.
bîçare:
çaresiz, zavallı, şaşkın.
dağdağa:
gürültü, patırtı, beyhude
telâş ve ızdırap.
dehşet:
büyük korku hâli, kork-
ma, ürkme.
dürbün:
uzağı gösteren alet.
ebed:
sonu olmayan gelecek za-
man, sonsuzluk, daimîlik.
ebedî:
ebede mensup, zevalsiz,
sonu olmayan, sürekli, hiç son bul-
mayacak şekilde süren.
efkâr:
düşünceler, fikirler, görüş-
ler.
ehl-i dalâlet:
dalâlet ehli; yoldan
çıkanlar, azgın ve sapkın kimseler.
ehl-i gaflet:
dünyaya daldığından
dolayı ahiretin farkında olmayan.
elîm:
çok dert ve keder veren, çok
acı verici, acıklı.
emel:
şiddetli arzu, hırs.
endişe:
düşünce, vesvese, kuşku,
kuruntu, merak, kaygı, keder,
gam, şüphe, korku.
feryat:
haykırma, çığlık.
fıtrî:
tabiî, yaratılıştaki, doğuştan
olan.
firak:
ayrılık, ayrılma, hicran.
had:
sınır, son.
hâlet:
hâl, suret, keyfiyet.
hayvanat:
hayvanlar.
hazîn:
hüzünlü, acıklı.
himmet:
çalışma, çabalama, gay-
ret gösterme, emek sarf etme.
hüzün:
keder, tasa, gam.
ihata:
bir şeyin etrafını çevirme,
sarma, kuşatma.
iman:
inanma, inanç, itikat, tasdik.
istidat:
kabiliyet, yetenek.
kâinat:
yaratılmış olan şeylerin ta-
mamı, bütün âlemler, varlıklar.
kuvve:
kuvvet, güç.
maişet:
geçinme için gerekli olan
şey.
maksat:
kastedilen, istenilen şey,
varılmak istenen nokta, niyet, me-
ram.
maruz:
bir kişi ya da olayla karşı
karşıya kalan.
mezaristan:
mezarlık.
musibet:
felâket, belâ, ansızın ge-
len belâ, dert, sıkıntı.
mütemadî:
uzayan, süren, sü-
rekli, devamlı.
müteveccih:
yönelmiş, yönel-
miş olma.
nazar:
bakış.
ömür:
yaşama süresi, hayat
müddeti.
perişan:
acınacak hâlde bulu-
nan, derbeder.
rahîm:
merhamet eden, çok
merhametli olan, esirgeyen,
koruyan, acıyan Allah.
rahmet:
acıma, merhamet et-
me, esirgeme, bağışlama, şef-
kat gösterme.
rikkat:
merhamet, acıma, baş-
kalarının düştüğü durumdan
dolayı müteessir olma hasleti.
saadet-i ebediye:
zevalsiz, so-
nu olmayan mutluluk, sonsuz
mutluluk.
suret:
biçim, görünüş.
şefkat:
acıyarak ve esirgeye-
rek sevme, içten ve karşılıksız
merhamet, karşılık bekleme-
den yardım etme.
şekva:
şikâyet, yakınma, hoş-
nutsuzluk, memnuniyetsizlik.
şükür:
görülen bir iyiliğe karşı-
lık hoşnutluk, memnunluk ve
minnettarlık ifade etme, te-
şekkür.
taife:
bölük, takım, güruh, fır-
ka.
tasavvurat:
tasavvurlar, tasar-
lamalar.
tulû:
doğma, doğuş.
vicdan:
his, duygu.
zaaf:
zayıflık, güçsüzlük.
zeval:
zail olma, sona erme,
yok olma.
zîhayat:
hayat sahibi.
zulümat:
karanlıklar.
zulümat-ı ebediye:
ebedî,
sonsuz karanlıklar.
m
ühim
B
ir
S
uale
C
evap
| 16 |
iMan ve küfür Muvazeneleri