ettikleri gibi, göklerin fevkindeki gayet büyük ve munta-
zam yıldızlardan, tâ denizlerin dibinde bulunan gayet kü-
çücük ve intizamla iaşe edilen balıklara kadar her şeye
yetişen ve hükmeden rahmetinin ve hâkimiyetinin had-
siz genişliklerine delâlet; ve intizamatıyla ve faydalarıyla
ve hikmetleriyle ve mizan ve mevzuniyetleriyle, senin
her şeye muhit ilmine ve her şeye şamil hikmetine işaret
ederler.
Ve senin, bu misafirhane-i dünyada, yolcular için,
böyle rahmet havuzların bulunması ve insanın seyrüse-
yahatine ve gemisine ve istifadesine musahhar olması
işaret eder ki, yolda yapılmış bir handa, bir gece misafir-
lerine bu kadar deniz hediyeleriyle ikram eden zat, elbet-
te makarr-ı saltanat-ı ebediyesinde öyle ebedî rahmet de-
nizleri bulundurmuş ki, bunlar onların fânî ve küçük nu-
muneleridirler.
İşte, denizlerin böyle gayet harika bir tarzda arzın et-
rafında vaziyet-i acibesiyle bulunması ve denizlerin mah-
lûkatı dahi gayet muntazam idare ve terbiye edilmesi bil-
bedahe gösterir ki, yalnız senin kuvvetin ve kudretin ile
ve senin irade ve tedbirin ile, senin mülkünde, senin
emrine musahhardırlar, Ve lisan-ı hâlleriyle Hâlık’ını tak-
dis edip “Allahü ekber” derler.
Ey dağları zemin sefinesine hazineli direkler yapan
Kadîr-i Zülcelâl!
resul-i ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın talimiyle ve
kur’ân-ı Hakîm’inin dersiyle anladım ki: nasıl denizler
AsA-yı MûsA
s
ekizinci
H
üccet
-
i
i
ManiYe
| 327 |
3. Şua / mÜnaCaT
işaret etmek:
göstermek, bildir-
mek.
Kadîr-i Zülcelâl:
sonsuz haşmet
ve büyüklük sahibi olan ve her şe-
ye gücü yeten Allah.
kudret:
güç, kuvvet.
Kur’ân-ı Hakîm:
her ayet ve sure-
sinde sayısız hikmet ve faydalar
bulunan Kur’ân.
lisan-ı hâl:
hâl dili, bir şeyin duru-
şu ve görünüşü ile bir mana ifade
etmesi.
mahlûkat:
yaratıklar, yaratılmış-
lar.
makarr-ı saltanat-ı ebediye:
son-
suz saltanat merkezi; ahiret diyarı.
mevzuniyet:
düzenli ve ölçülü ol-
ma.
misafirhane-i dünya:
dünya mi-
safirhanesi.
mizan:
ölçü, denge.
muhit:
ihata eden, her şeyi kuşa-
tan.
muntazam:
düzenli, düzgün.
musahhar:
emre verilmiş, boyun
eğdirilmiş.
mülk:
sahip olunan, üzerinde ta-
sarruf hakkı bulunan şey; saltanat
ve hâkimiyet.
numune:
örnek.
rahmet:
şefkat ve merhamet et-
me, acıma, esirgeme.
Resul-i Ekrem:
çok cömert, kerîm
olan peygamber, Hz. Muhammed
(asm).
sefine:
gemi.
seyr ü seyahat:
hareket etme ve
gezme, gezip dolaşma.
şamil:
kuşatan, kaplayan, çevrele-
yen.
takdis:
Allah’ı her türlü kusur ve
noksandan uzak tutma, temiz ve
yüce kabul etme.
talim:
öğretme, eğitme.
tarz:
şekil, biçim.
tedbir:
idare etme, çekip çevirme,
yönetme.
terbiye edilme:
beslenme, yetişti-
rilme, büyütülme.
vaziyet-i acibe:
hayret veren, şa-
şırtan hâl.
Zat:
büyüklük ve yücelik sahibi,
Allah.
zemin:
yeryüzü.
aleyhissalâtü vesselâm:
salât
ve selâm onun üzerine olsun.
Allahü Ekber:
Allah en büyük
ve en yücedir.
arz:
dünya.
bilbedahe:
apaçık bir şekilde.
delâlet:
delil olma, gösterme.
ebedî:
sonsuz, sonu olmayan,
bitmeyen.
faide:
fayda.
fânî:
geçici, son bulan.
fevkinde:
üstünde.
gayet:
son derece, çok.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hâkimiyet:
hükmediş, kontrol
ve emir altında bulundurma,
itaat ettirme.
Hâlık:
yaratıcı, her şeyi yoktan
yaratan Allah.
han:
yolcuların misafir olduğu
bina.
harika:
olağanüstü, hayranlık
ve hayret uyandıran.
hikmet:
belirli gayelere yöne-
lik, anlamlı, faydalı ve yerli ye-
rinde oluş.
hikmet:
yüksek bilgi.
iaşe edilmek:
beslenmek, ye-
dirilip içirilmek.
idare:
yönetilme, çekip çeviril-
me.
ikram etme:
bağışlama, ihsan
etme.
ilim:
biliş, bilgi.
intizam:
düzen.
intizamat:
düzenli olmalar.
irade:
dileme, isteme, bir şeyi
yapma veya yapmama konu-
sunda karar verebilme, ve bu
kararı yerine getirebilme gücü.
istifade:
yararlanma, fayda-
lanma.