Hem koca fezayı mahşer-i acayip yapan ve bazı gün-
lerde birkaç defa doldurup boşaltan rububiyetinin haş-
metine ve o geniş cevvi, yazar değiştirir bir levha gibi ve
sıkar ve onunla zemin bahçesini sulandırır bir sünger gi-
bi tasarruf eden kudretinin azametine ve her bir şeye şü-
mulüne şahadet ettikleri gibi, umum zemine ve bütün
mahlûkata cev perdesi altında bakan ve idare eden rah-
metinin ve hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine ve her şe-
ye yetişmelerine delâlet eder.
Hem fezadaki hava, o kadar hakîmâne vazifelerde is-
tihdam ve bulut ve yağmur, o kadar alîmâne faydalarda
istimal olunur ki, her şeye ihata eden bir ilim ve her şe-
ye şamil bir hikmet olmazsa, o istimal, o istihdam ola-
maz.
Ey Fa’alün Lima Yürîd!
Cevv-i fezadaki faaliyetinle her vakit bir numune-i ha-
şir ve kıyamet göstermek, bir saatte yazı kışa ve kışı ya-
za döndürmek, bir âlem getirmek, bir âlem gayba gön-
dermek misillü şuunatta bulunan kudretin, dünyayı ahi-
rete çevirecek ve ahirette şuunat-ı sermediyeyi göstere-
cek işaretini veriyor.
Ey Kadîr-i Zülcelâl!
Cevv-i fezadaki hava, bulut ve yağmur, berk ve ra’d,
senin mülkünde, senin emrin ve havlinle, senin kuvvet
ve kudretinle musahhar ve vazifedardırlar. Mahiyetçe
birbirinden uzak olan bu feza mahlûkatı, gayet sür’atli ve
AsA-yı MûsA
s
ekizinci
H
üccet
-
i
i
ManiYe
| 321 |
3. Şua / mÜnaCaT
yüklük ve haşmet sahibi, her şeye
gücü yeten Allah.
kudret:
güç, kuvvet.
levha:
resim, tablo.
mahiyet:
bir şeyin aslı, iç yüzü,
esası; nitelik, özellik.
mahlûkat:
yaratıklar, yaratılmış-
lar.
mahşer-i acayip:
hayret verici
şeylerin toplandığı yer.
misillü:
gibi, benzeri.
musahhar:
boyun eğen, emre ita-
at eden.
mülk:
sahip olunan üzerinde ta-
sarruf hakkı bulunulan şey.
numune-i haşir ve kıyamet:
kâ-
inatın yıkılıp mahvolması, ölmesi
ve sonra bütün insanların diriltilip
bir yerde toplanmalarının örneği.
âlem: dünya.
ra’d:
gök gürültüsü.
rahmet:
şefkat ve merhamet et-
me, acıma, esirgeme.
rububiyet:
Cenab-ı Hakkın her za-
man, her yerde ve her varlığa
muhtaç olduğu şeyleri vermesi,
onları yetiştirmesi, uyum içinde
sevk ve idare etmesi.
sür’at:
hız.
şahadet:
şahitlik, tanıklık.
şamil:
kaplayan, kuşatan.
şuunat:
şuunlar, Allah’ın zatına
has, zatından ayrılmayan, zatının
gereği olan mukaddes özellikler.
şuunat-ı sermediye:
Cenab-ı Hak-
kın, ebedî ve sonsuz olan ahirette
görülecek olan işleri, fiilleri.
şümul:
kaplama, kuşatma.
tasarruf etmek:
bir şeyin sahibi
olup, mülkünü istediği gibi kullan-
mak.
umum:
bütün.
vakit:
zaman.
vazife:
görev.
vazifedar:
vazifeli, görevli, iş gö-
ren.
zemin:
yer, yeryüzü.
ahiret:
kıyametten sonra ku-
rulacak olan âlem, dünya ha-
yatından sonra başlayıp son-
suza kadar sürecek olan ikinci
hayat.
âlem:
dünya.
alîmâne:
her şeyi bilircesine.
azamet:
büyüklük.
berk:
şimşek.
cev:
hava, yer ile gök arası.
cevv-i feza:
gökyüzündeki
boşluk.
delâlet:
delil olma, gösterme.
faaliyet:
iş görme, iş yapma.
Fa’âlün Lima yürîd:
dilediği işi
kesintisiz ve mükemmel bir
şekilde yapan, işleyen.
faide:
fayda.
feza:
gökyüzü.
gayp:
gizli olan, görünmeyen.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakîmâne:
hikmetli bir şekil-
de; belirli gayelere yönelik,
faydalı, anlamlı ve yerli yerin-
de olarak.
hâkimiyet:
hükmediş, kontrol
ve emir altında bulundurma,
itaat ettirme.
haşmet:
heybet, büyüklük,
görkem.
havl:
güç, kuvvet.
hikmet:
belirli gayelere yöne-
lik, anlamlı, faydalı ve yerli ye-
rinde oluş, İlâhî gaye.
idare etmek:
yönetmek.
ihata etmek:
kuşatmak, sar-
mak.
ilim:
biliş, bilgi.
istihdam:
hizmet ettirme, ça-
lıştırma, kullanma.
istimal:
kullanılma, kullanma.
Kadîr-i Zülcelâl:
sonsuz bü-