evet, gökler sekeneleriyle, her biri tek başıyla şahadet
ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, derece-i bedahette
–
ey zemin ve gökleri yaratan Yaratıcı!
– senin vücub-i
vücuduna öyle zahir şahadet –
ve ey zerratı muntazam
mürekkebatıyla tedbirini gören ve idare eden ve bu
seyyare yıldızları manzum peykleriyle döndüren, emrine
itaat ettiren!
– senin vahdetine ve birliğine öyle kuvvetli
şahadet ederler ki, göğün yüzünde bulunan yıldızlar
sayısınca nuranî bürhanlar ve parlak deliller o şahadeti
tasdik ederler.
Hem bu safî, temiz, güzel gökler, fevkalâde büyük ve
fevkalâde sür’atli ecramıyla, muntazam bir ordu ve elek-
trik lâmbalarıyla süslenmiş bir saltanat donanması vazi-
yetini göstermek cihetiyle, senin rububiyetinin haşmeti-
ne ve her şeyi icat eden kudretinin azametine zahir de-
lâlet; ve hadsiz semavatı ihata eden hâkimiyetinin ve her
bir zîhayatı kucağına alan rahmetinin hadsiz genişlikleri-
ne kuvvetli işaret; ve bütün mahlûkat-ı semaviyenin bü-
tün işlerine ve keyfiyetlerine taallûk eden ve avucuna
alan, tanzim eden ilminin her şeye ihatasına ve hikmeti-
nin her işe şümulüne şüphesiz şahadet ederler. Ve o şa-
hadet ve delâlet o kadar zahirdir ki, güya yıldızlar, şahit
olan göklerin şahadet kelimeleri ve tecessüm etmiş nu-
ranî delilleridirler.
Hem, semavat meydanında, denizinde, fezasındaki yıl-
dızlar ise, mutî neferler, muntazam sefineler, harika
tayyareler, acayip lâmbalar gibi vaziyetiyle, senin salta-
nat-ı ulûhiyetinin şaşaasını gösteriyorlar.
.
acayip:
şaşırtıcı ve hayret verici.
azamet:
büyüklük.
bürhan:
delil, ispat edici.
cihet:
yön.
delâlet:
delil olma, gösterme, be-
lirtme.
delil:
bilinmeyeni keşfetmek veya
bilinenin doğruluğunu göstermek
için aracı olarak kullanılan şey; ka-
nıt.
derece-i bedahet:
ap açıklık dere-
cesi.
donanma:
bir devletin deniz kuv-
vetleri, savaş gemilerinin tamamı.
ecram:
gök cisimleri, yıldızlar.
fevkalâde:
olağanüstü.
feza:
uzay.
güya:
sanki.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hâkimiyet:
hükmediş, kontrol ve
emir altında bulundurma, itaat et-
tirme.
harika:
çok güzel, olağanüstü,
hayranlık uyandıran.
haşmet:
büyüklük, heybet.
hey’et-i mecmua:
bir şeyin tama-
mı, parçalarına bakılmaksızın bir
bütün olarak görünüşü.
hikmet:
belirli gayelere yönelik,
anlamlı, faydalı yerli yerli yerinde
oluş.
icat eden:
yoktan var eden, yara-
tan.
idare etmek:
yönetmek.
ihata etmek:
kuşatmak, sarmak.
ihata:
kuşatma, sarma, içine alma.
ilim:
biliş, bilgi.
işaret:
gösterme, bildirme.
itaat ettirmek:
emrine boyun eğ-
dirmek.
keyfiyet:
durum; nitelik, özellik.
kudret:
güç, kuvvet.
mahlûkat-ı semaviye:
gökyüzün-
deki yaratılmışlar.
manzum:
düzenlenmiş, ölçülü.
muntazam:
düzenli, düzenlenmiş.
mutî:
itaat eden, söz dinleyen;
emre uyan.
mürekkebat:
parçaların birleşme-
siyle meydana gelmiş şeyler.
nefer:
asker, er.
nuranî:
nurlu, parlak, aydınlık.
peyk:
uydu.
rahmet:
şefkat ve merhamet et-
me, acıyıp esirgeme.
rububiyet:
Cenab-ı Hakkın her
zaman, her yerde ve her varlı-
ğa muhtaç olduğu şeyleri ver-
mesi, onları yetiştirmesi,
uyum içinde sevk ve idare et-
mesi.
safî:
temiz, duru.
saltanat:
sultanlık, padişahlık;
hâkimiyet.
saltanat-ı ulûhiyet:
Cenab-ı
Hakkın İlâhlık saltanatı, hâki-
miyeti.
sefine:
gemi.
sekene:
sakinler, bir yerde
oturanlar, kalanlar, yaşayan-
lar.
semavat:
gökler.
seyyare:
gezegen.
sür’at:
hız.
şahadet:
şahitlik, tanıklık.
şaşaa:
parlaklık.
şümul:
kaplama, kuşatma.
taallûk etmek:
alâkalı olmak,
ilgili bulunmak, ilgilendirmek.
tanzim etmek:
düzenlemek.
tasdik etmek:
doğrulamak,
onaylamak.
tayyare:
uçak.
tecessüm etmek:
cisimleş-
mek, maddeleşmek.
tedbir:
idare etme, çekip çe-
virme, yönetme.
vahdet:
birlik.
vaziyet:
durum, duruş.
vücub-i vücut:
varlığı zorunlu,
gerekli ve şart olmak, olma-
ması imkânsız olmak.
zahir:
açık, görünür.
zemin:
yer, yeryüzü.
zerrat:
zerreler, atomlar, en
küçük parçalar.
zîhayat:
hayat sahibi, canlı.
mÜnaCaT / 3. Şua
| 318 |
s
ekizinci
H
üccet
-
i
i
ManiYe
AsA-yı MûsA