onlara yardım ediyorlar. Ve insanlar fıtraten Hâlık’ını
pek ciddî severler; ve Hâlık’ları onları hem sever, hem
kendini onlara her vesile ile sevdirir; ve insanın istidadı
ve cihazat-ı maneviyesi, başka bir bâkî âleme ve ebedî
bir hayata bakıyor; ve insanın kalbi ve şuuru, bütün kuv-
vetiyle beka istiyor ve lisanı, hadsiz dualarıyla beka için
Hâlık’ına yalvarıyor. elbette ve her hâlde, o çok seven
ve sevilen ve mahbup ve muhip olan insanları dirilme-
mek üzere öldürmekle, ebedî bir muhabbet için yaratıl-
mış iken, ebedî bir adavetle gücendirmek olamaz ve ka-
bil değildir. Belki başka bir ebedî âlemde mes’udâne ya-
şaması hikmetiyle, bu dünyada çalışmak ve onu kazan-
mak için gönderilmiştir. Ve insana tecelli eden isimlerin
bu fânî ve kısa hayattaki cilveleriyle, âlem-i bekada onla-
rın âyinesi olan insanların, ebedî cilvelerine mazhar ola-
caklarına işaret ederler.
evet, ebedînin sadık dostu ebedî olacak. Ve bâkînin
âyine-i zîşuuru, bâkî olmak lâzım gelir.
Hayvanların ruhları bâkî kalacağını ve Hüdhüd-i süley-
manî (
As
) ve nemli ve naka-i salih (
As
) ve kelb-i Ashab-ı
kehf gibi bazı efrad-ı mahsusa, hem ruhu, hem cesediy-
le bâkî âleme gideceği ve her bir nev’in, ara sıra istimal
için bir tek cesedi bulunacağı rivayat-ı sahihadan anlaşıl-
makla beraber, hikmet ve hakikat, hem rahmet ve
rububiyet öyle iktiza ederler.
Ey Kadîr-i Kayyum!
Bütün zîhayat, zîruh, zîşuur, senin mülkünde, yalnız
senin kuvvet ve kudretinle ve ancak senin irade ve
adavet:
düşmanlık.
âlem:
dünya.
âlem-i beka:
sonsuzluk âlemi; ahi-
ret.
âyine:
ayna.
âyine-i zîşuur:
şuur sahibi ayna,
bilinçli ayna.
bâkî:
sonsuz, sonu olmayan.
beka:
sonsuzluk, devamlılık, varlı-
ğı devam ettirme.
ceset:
beden, vücut.
ciddî:
gerçek, hakikat.
cihazat-ı maneviye:
manevî ci-
hazlar; hisler ve duygular.
cilve:
yansıma, görünme.
dua:
Allah’a yalvarma, isteme.
ebedî:
sonsuz, hiç bitmeyen.
efrad-ı mahsusa:
özel fertler.
fânî:
geçici, ölümlü.
fıtraten:
yaratılış olarak, yaratılış
bakımından.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakikat:
gerçek.
Hâlık:
yaratıcı, her şeyi yoktan ya-
ratan Allah.
hikmet:
belirli gayelere yönelik,
anlamlı, faydalı ve yerli yerinde
oluş.
hikmet:
gaye, maksat, sebep.
Hüdhüd-i süleymanî:
Hz. Süley-
man’ın haberleşme vasıtası olarak
kullandığı kuş.
iktiza etmek:
gerektirmek.
istidat:
kabiliyet, yetenek.
istimal:
kullanma.
işaret etmek:
göstermek, bildir-
mek.
irade:
dileme, isteme, bir şeyi yap-
ma veya yapmama konusunda
karar verebilme, ve bu kararı yeri-
ne getirebilme gücü.
kabil:
mümkün.
Kadir-i Kayyum:
başlangıcı ol-
maksızın var olan, yarattıklarını
ayakta, varlık âleminde tutan, her
şeye gücü yeten sonsuz güç ve
kuvvet sahibi Allah.
kâinat:
yaratılmış olan şeylerin ta-
mamı, bütün âlemler, varlıklar.
kelb-i Ashab-ı Kehf:
Ashab-ı
Kehf’in Kıtmir isimli köpeği.
kudret:
güç, kuvvet.
lisan:
dil.
mahbup:
sevilen.
mazhar olmak:
kavuşmak,
erişmek.
mes’udâne:
mutlu bir şekilde.
muhabbet:
sevgi, sevme.
muhip:
seven.
musahhar:
emre verilmiş, bo-
yun eğdirilmiş.
mülk:
sahip olunan üzerinde
tasarruf hakkı bulunulan şey.
naka-i salih:
Hz. Salih’in deve-
si.
neml:
karınca.
nevi:
tür, cins.
rahmet:
şefkat ve merhamet
etme, acıma, esirgeme.
rivayat-ı sahiha:
Peygamberi-
mizden doğru olarak nakledil-
miş rivayetler, sözler.
rububiyet:
Cenab-ı Hakkın her
zaman, her yerde ve her varlı-
ğa muhtaç olduğu şeyleri ver-
mesi, onları yetiştirmesi,
uyum içinde sevk ve idare et-
mesi.
sadık:
dostluğu ve bağlılığı iç-
ten olan.
şuur:
bilinç, anlayış.
tecelli etmek:
görünmek, be-
lirmek.
vesile:
sebep, vasıta, yol.
zîhayat:
hayat sahibi, canlı.
zîruh:
ruh sahibi.
zîşuur:
şuur sahibi, şuurlu; an-
lama, tanıma ve kavrama gü-
cüne sahip.
mÜnaCaT / 3. Şua
| 336 |
s
ekizinci
H
üccet
-
i
i
ManiYe
AsA-yı MûsA