elbette, bilâşek velâşüphe, koca semavata münasip, is-
yansız ve daima ubudiyette olan sekeneleri ve ruhanîleri
yaratmış, semavatı şenlendirmiş, boş bırakmamış. Ve
hayvanatın taifelerinden pek çok ziyade ayrı ayrı nevile-
ri meleklerden icat etmiş ki; bir kısmı küçücük olarak
yağmur ve kar katrelerine binip sanat ve rahmet-i İlâhi-
yeyi kendi dilleriyle alkışlıyorlar, bir kısmı birer seyyar yıl-
dızlara binip feza-i kâinatta seyahat içinde azamet ve iz-
zet ve haşmet-i rububiyete karşı tek bir ve tehlil ile ubu-
diyetlerini âleme ilân ediyorlar.
evet, zaman-ı Âdem’den beri bütün semavî kitaplar ve
dinler, meleklerin vücutlarına ve ubudiyetlerine ittifakları
ve bütün asırlarda melekler ile konuşmalar ve muhavere-
ler kesretli tevatür ile insanlar içinde vuku bulduğunu na-
kil ve rivayetleri ise, görmediğimiz Amerika insanlarının
vücutları gibi, meleklerin vücutlarını ve bizimle alâkadar
olduklarını kat’î ispat eder.
İşte şimdi gel, iman nuruyla bu küllî ikinci meyveye
bak ve tat; nasıl kâinatı baştan başa şenlendirip, güzel-
leştirip bir mescid-i ekbere ve büyük bir ibadethaneye çe-
viriyor. Ve fen ve felsefenin soğuk, hayatsız, zulmetli,
dehşetli göstermelerine mukabil; hayatlı, şuurlu, ışıklı,
ünsiyetli; tatlı bir kâinat göstererek, bâkî hayatın bir cil-
ve-i lezzetini ehl-i imana derecesine göre dünyada dahi
tattırır.
• • •
AsA-yı MûsA
M
eYve
R
isalesi
| 133 |
on BirinCi mesele
kudret, üstünlük.
kâinat:
yaratılmış olan şeylerin ta-
mamı, bütün âlemler, varlıklar.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tereddü-
de mahal bırakmayan.
katre:
damla.
kesretli:
çokluğu olan, çok fazla.
küllî:
umumî, genel.
mescit-i ekber:
en büyük mescit.
muhavere:
konuşma, sohbet et-
me.
mukabil:
karşılık.
münasip:
uygun.
nevî:
çeşit, tür.
nur:
aydınlık, parıltı, ışık.
rahmet-i İlâhîye:
Allah’ın sonsuz
rahmeti, İlâhî rahmet.
rivayet:
bir haber, söz veya olayı
nakletme.
ruhanî:
gözle görülmeyen, cismi
olmayan, elle tutulamayan varlık-
lar.
sekene:
sakin olanlar, ikamet
edenler, oturanlar.
semavat:
semalar, gökler.
semavî:
Allah tarafından olan, İlâ-
hî.
seyyar:
bir yerde durmayan yer
değiştiren gök cismi.
şuur:
bir şeyin inceliklerini iyice id-
rak etme, anlayış.
taife:
takım, güruh, familya.
tehlil:
Allah’dan başka ilâh olma-
dığını ifade etme; lâ ilâhe illâllah
sözünü tekrarlama, lâ ilâhe illâllah
deme.
tekbir:
Ululama, yüceltme; Allah’ı
ululama.
tevatür:
içinde yalan ihtimali bu-
lunmayan ve birbirlerine kuvvet
veren haberlerden oluşan büyük
bir topluluğa ait haber.
ubudiyet:
kulluk.
ünsiyet:
alışkanlık, ülfet, dostluk.
vuku:
olma, meydana gelme.
vücut:
var olma, varlık.
zaman-ı Âdem:
Hz. Âdem zamanı,
insanlığın ilk devresi.
ziyade:
fazla, fazlasıyla.
zulmet:
karanlık
alâkadar:
ilgili, ilişkili, münase-
betli, bağlı.
âlem:
dünya, cihan.
asr:
yüzyıl.
azamet:
büyüklük, ululuk, yü-
celik.
bâkî:
ebedî, daimî, sürekli ve
kalıcı olan.
bilâşek velâşüphe:
şeksiz ve
şüphesiz.
cilve-i lezzet:
lezzet veren te-
celli, cilve.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
ehl-i iman:
inananlar, iman
sahipleri.
felsefe:
madde ve hayatı baş-
langıç ve gaye bakımından in-
celeyen ilim.
fen:
tecrübî, ispatla meydana
gelmiş ilimlere verilen genel
ad.
feza-i kâinat:
kâinat fezası,
uzay.
haşmet-i Rububiyet:
Rablığın,
idare ve terbiye ediciliğin haş-
meti, heybeti, büyüklüğü.
hayvânât:
hayvanlar.
ibadethane:
ibadetgâh, Al-
lah’a ibadet edilen yer, ibadet
evi.
icat:
vücuda getirme, yoktan
var etme.
ilân:
yayma, duyurma, bildir-
me.
iman:
inanç, itikat.
ispat:
doğruyu delillerle gös-
terme.
isyan:
başkaldırma, itaatsizlik,
emre karşı gelme.
ittifak:
birleşme, fikir birliği et-
me.
izzet:
şeref, yücelik; kuvvet,