Gel, ondan gelen bu fermanları sana okuyacağım. Bak, mükerrer vaad ediyor ve şiddetli tehdit ediyor ki: “Sizleri oradan alıp, makarr-ı saltanatıma getireceğim ve mutîleri mes’ud, asileri mahpus edeceğim. O muvakkat yeri harap edip, müebbed sarayları, zindanları hâvî diğer bir memleket kuracağım.” Hem o vaad ettiği şeyler ona gayet rahattır; raiyetine gayet mühimdir. Vaadinde hulf ise, izzet-i iktidarına gayet zıttır.
İşte bak, ey sersem! Sen yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik ediyorsun. Ve hiçbir vecihle hulf ve hilâfa mecburiyeti olmayan ve hiçbir cihetle hilâf haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen işler sıdkına şehadet eden bir zatı tekzip ediyorsun; elbette büyük bir cezaya müstahak olursun.
Misalin şuna benzer ki: Bir yolcu, güneşin ziyasından gözünü kapıyor, hayaline bakıyor; vehmi, bir yıldız böceği gibi kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir etmek istiyor. Madem vaad etmiş, yapacaktır. Hâlbuki ifası ona çok rahat ve bize ve her şeye ve ona ve saltanatına pek çok lâzımdır. Demek bir mahkeme-i kübra, bir saadet-i uzmâ vardır.
DOKUZUNCU SURET
Şimdi gel, bu dairelerin ve cemaatlerin bazı rüesalarına ki, (HÂŞİYE) her biri bizzat padişahla görüşecek hususî birer telefonu var. Hem bazı onun huzuruna çıkmışlar. Ne diyorlar, bak:
Bunlar ittifakla ihbar ediyorlar ki, o zat, mükâfat ve mücâzât için pek muhteşem ve dehşetli bir yer ihzar etmiş. Gayet kavî vaad ve şiddetli tehdit ediyor.
Hem onun izzet ve celâleti hiçbir vecihle hulfü’l-vaade tenezzül edip, tezellülü kabul etmez. Hâlbuki o muhbirler hem tevatür derecesinde çok, hem icma kuvvetinde bir ittifakla haber veriyorlar ki, şu bazı âsârı görünen saltanat-ı azîmenin medarı ve makarrı, buradan uzak bir başka memlekettedir ve şu meydan-ı imtihanda binalar muvakkattırlar. Sonra daimî saraylara tebdil edilecek; bu yerler değişecekler. Çünkü eserleriyle azameti anlaşılan şu muhteşem, zevalsiz saltanat böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasız, nâkıs, tekemmülsüz umurlar üzerinde kurulmaz, durulmaz.
Demek, ona lâyık, daimî, müstakar, zevalsiz, müstemir, mükemmel, muhteşem umurlar üzerinde duruyor. Demek, bir diyar-ı âher var; elbette o makarra gidilecektir.
HÂŞİYE: Şu Suretin ispat ettiği manalar Sekizinci Hakikatte görünecek. Meselâ, dairelerin reisleri şu temsilde enbiya ve evliyaya işarettir. Ve telefon ise, ma’kes-i vahiy ve mazhar-ı ilham olan kalpten uzanan bir nisbet-i Rabbaniyedir ki, kalp o telefonun başıdır ve kulağı hükmündedir.
Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-2023, s. 72
LÛGATÇE:
bîkarar: kararsız, bozulan.
diyar-ı âher: başka bir yer, başka bir âlem.
hulf: verdiği sözü tutmama, vazgeçme.
makarr-ı saltanat: hâkimiyet merkezi; saltanat başkenti, saray vb.
mütegayyir: bozulan, başkalaşan.
saadet-i uzmâ: en büyük ebedî mutluluk.
tekemmülsüz: mükemmelleşemeyen, kusurlardan arınamayan.
umur: işler.
zevalsiz: yok olmayan, sona ermeyen.