Üzerinden, elli dört sene geçmiş, elli beşinci seneye girmişiz şükür. Daha dün gibi, o anları hatırlıyor ve hiç unutmuyorum. Evet, bu bizim risâle-i nurlarla müşerref olmamızın bir hatırasıdır.
Babam ve annem rahmetliler, dindar ve namazını kılan insanlardı. Yedi çocuklarından, beşi hayatta kalmıştı. Ellerinden geldiğince, bizleri “iyi bir insan” olarak yetiştirmeye ve bunun için de, “terbiye-i İslâmiye’yi”, ellerinden geldikçe veriyor, dilleri döndükçe anlatıyorlardı. Babamız, bizi dizinin dibine oturtup, bizlere, namazda okunması kolay olan, kısa sûre ve duaları okutmasını, ezberletmesini, hiç unutmuyorum.
Ama işte, iş namaz kılmaya geldiği zaman, tahkiki iman dersi verilmeyince zor oluyordu. Her ne kadar, Cum’a, Bayram ve terâvih namazlarımızı kılıyorsak da, beş vakit namaz yoktu maalesef.
Günler, seneler bu minvâl üzere giderken, bir gün,17 yaş içinde bir gençken, arkadaşlarla Ankara’daki Kurtuluş parkına gidip, orada iki banka oturmuştuk. Biz, sağa-sola bakınırken, yanımıza, bizden 3-4 yaş büyük birisi geldi. Selâm verdi fakat arkadaşlardan pek karşılık veren olmadı gibi. Selâmını ben aldım. ”nasılsınız gençler?” dedi. Arkadaşın biri “abi, karşıdaki kızlara bakıyoruz!” dedi. ”bırakın canım şimdi onları” deyip, bize bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. İmandan, İslamiyet’ten bir şeyler söylüyordu ama öbür arkadaşlar pek dinlemiyor, ben dinliyordum. Yalnız, bana, lisân-hâlinden ziyâde, lisân-ı kâli tesir etmişti. Efendi, mubarek biriydi. İsminin “Nureddin” olduğunu söylemiş ve bizi, Seyran bağları Ahmed’ler caddesinden, Kocatepe’ye doğru çıkan yol üzerinde, köşede bir apartmanın en üst katına dâvet etmişti. Apartmanın ismi de “Ada” idi. Diğer arkadaşlar yanaşmazken, ben “inşâallah!” dedim.
İnsan, böyle bir şeyde, sevdiklerini de götürmek ister ya, hem yalnız gitmeyeyim, hem de onları da götürmek için, biri teyzemin oğlu, iki çocukluk arkadaşımı da alıp, verilen adrese gittik. “Ada apartmanını” bulup, en üst kata çıktık, zili çaldık. Biz, kapıya Nureddin abi çıkacak zannettik ama iki-üç kişi birden çıktı. Hepsi de, tornadan çıkmış gibi birbirine benziyordu. ”biz Nureddin abiye gelmiştik” dedik. Hemen, içeri seslendiler. “Nureddin kardeş, bak misafirlerin var!” diye. O da, hemen geldi.” Buyurun kardeşler, buyurun!” deyip, .bizi içeri dâvet etti. Burası bir apartman dairesiydi ama 8-10 genç kalıyordu. Bizi büyükçe bir salona aldılar.
Salonun ortasında, kocaman bir halı ve başka da oturacak, koltuk, moltuk yok! Ortada yaşlı, sakallı bir zât, etrafında da, birkaç genç. Diğerleri de gelip oturdu. Ben, onlardan birisinin dedesi zannettiğim ihtiyar zata, Nureddin abi, bizi tanıttı. “ağabey, bu kardeşler yeni geldi” deyince “maşâallah, hoş gelmişler!” dedi. Baktım, diğerleri de, o ihtiyara “ağabey” diye hitab edince, içimden “ne kadar ayıp ya! Dedesi yaşındaki adama abi diye hitab ediyorlar” dedim.
Neyse, o gençlerden biri kalın bir kitab alıp okumaya başladı. Tabii biz, böyle bir yere yeni geldiğimizden, etrafı tecessüs edip, inceliyor, her hâl ve tavra dikkat ediyorduk. O ihtiyar zatın da, pürdikkat dinlediği o, okunan yer bitince, ihtiyar zat biz dönerek, önce teyzemin oğluna bakıp, orta ve baş parmağını halka yaparak, şehadet parmağını uzatıp, yavaş ve tane, tane iki defa,“an-lat ba-ka-yım, ne an-la-dın?” dedi. O, ham- hum şaralop yapıp, cevab veremedi. Aynı şekilde, öteki arkadaşıma sordu. O da aynen, cevab veremedi. En son, aynı şekilde bana sordu. Ben de “dede mi, amca mı” deyip, çok anlamasam da, “iki asker varmış” deyip, işin hikâye kısmını anlattım. Çok memnun olmuştu. Parmaklarını, yine aynı şekilde yapıp, oradakilerin hepsinin üzerinde gezdirip, bana uzattı ve iki defa, “bun-da iş var! Bun-da iş var!” dedi. Ve o muhterem ihtiyar zatın o şekildeki hitabı, dua makamına geçip, benim risâle-i nur cemaatine intisabıma vesile olmuştu. Diğer arkadaşlarım daha gelmedi. O ihtiyar zat da, sonradan gelip, gitmelerimde öğrendiğim, üstad Bediüzzaman Hazretlerinin saff-ı evvel, ilk talebelerinden, yüzbaşı “Re’fet Barutçu” ağabeymiş. Lem’alar mecmuasının ekserisi, onun sorduğu suallerden meydana gelmişti.
NOT: Çok zamandan beri, hassaten genç kardeşlerimiz bana “ağabey, şu eski hatıralarınızı, bizim bilmediğimiz ama sizin yaşadığınız şu cemaatî hâlleri bir yazarsanız çok iyi olur. Nur dâvâsının hatırası olur. Bak, eğer yazmadan vefat edersen, mesul olursun abi!” diye de, lâtife yapmışlardı. İnşâallah, bu makalemiz, o hatıranın bir ilki olur ve devamını yazmaya çalışırız. Ama dualar vasıtasıyla…