1985’in kışında İzmir’e öğretmen olarak tayinimin çıktığı müjdesini almıştım.
Şubat ayında göreve başladım. Fakat gazetede çalışmak ve İstanbul’da olmak arzusu daha ağır basıyordu. Okul döneminde gazeteye her hafta mutlaka uğrardık. Yazılar da başlamıştı ara sıra. Dolayısıyla dört yıl boyunca gazeteciliğe ısınmıştık. Bir arkadaşla beraber bize verilen çalışmaları zamanından önce hazırlıyorduk. Ramazan sayfası için hazırladığımız çalışmalar beğenilmiştı. Bu sebeple öğretmenliği ilk yıllarda sevemedim. Aklım hep gazetede idi. Kutlular Ağabeye de bu konuyu bir defasında mektupla bildirdim. Sonra tayinle İstanbul’a geldim. Şimdi ise, “İyi ki bu mesleği seçmişim” diyorum. Tereddütler yaşadığımda, aklıma hep şu hadis gelmektedir: “Hayır Allah’ın seçtiğindedir.”
Allah’a hamdolsun ki, 40 yıldır çalışıyorum. İki yıl önce “artık yeter” diyerek işten ayrılmayı düşündüm. Tam karar aşamasında iken, Allah rahmet etsin, kendisi de bir öğretmen olan merhum Hüseyin Ceylan abi, rüyamda beni “emekli olma” diyerek uyardı. Daha sonra halen öğretmen olan bir başka arkadaşım da rüyada aynı şekilde emekli olmamam noktasında beni uyardı. Ayrıca kendisi bir emekli öğretmen olan Selahaddin Yaşar abi de okuldan ve öğretmenlikten her bahis açıldığında “Aman kardeşim son gününe kadar devam et” diyordu. Bu uyarılar olsa da çok ciddi bir mücadele verdim. Çünkü nefsim diyordu ki: “Bu kadar yıl yetmez mi? Hem artık ihtiyarladın. Hem görmüyor musun ki, aynı yaşta hatta senden daha küçükler yirmi beş yılında emekli oldu. Sen ise halen bu yaşta nöbet tutuyorsun. Hem emekli olsan izine gerek kalmadan tam hür olursun” gibi bir sürü sorularla karşılaşıyorum.
Diğer taraftan da diyorum ki, “Ey… hoca sana hiç para vermeseler ve deseler ki, gel ihtiyaç var birkaç saat çocuklara ders anlat. Gitmez misin?”
Allah’a hamdolsun ki bu mesleği seçtim ve son günüme kadar da çalışmaya karar verdim. Üstad’ın da öğretmenlerle ilgili sözleri aklıma geliyor: “Bence bir öğretmen yüz vaiz kadar bu memlekete faydalıdır. Şu zamanın dindar bir muallimine, eski zamanın velîleri nazarı ile bakıyorum. Çünkü eski zamanda dinî terbiye ebeveyne verilmişti, bu zamanda o vazife muallimlere verilmiş.”(1)
Evet, öğertmenlik gerçekten de önemli bir meslek. Bütün çocuklar bir şekilde sizin elinizden geçiyor. Öğretmenliğe hizmet gözüyle bakılmayınca tabiî ki çok sıkıntılı olduğunu da görüyorum. Dakika ve saat sayanlar oluyor. Ve şunu da söyleyebilirim ki, özellikle ilâhiyatçı Nur Talebelerine çok ciddi ihtiyaç vardır. Ayrıca idareciliğe de yönelmemek lâzım. Çünkü idarecilik geri hizmettir, sınıftan, öğrenciden kaçmaktır. Şüphesiz nefsin hoşuna gidiyor, ama sınıfları terk etmek doğru değildir. Bir dönem ben de bir okulda müdürlük yaptım. Rahmetli babam hiç memnun olmamıştı. “Sınıfta daha faydalı olursun” demişti. Desise-i şeytaniye bahsinde Üstad bu konu ile ilgili şunları söylemiş:
“İnsandaki tembellik ve tenperverlik ve vazifedarlık damarından istifade eder. Evet, şeytan-ı ins ve cinnî her cihette hücum ederler. Arkadaşlarımızdan metin kalpli, sadakati kuvvetli, niyeti ihlâslı, himmeti âlî gördükleri vakit başka noktalardan hücum ederler. Şöyle ki: İşimize sekte ve hizmetimize fütur vermek için, onların tembelliklerinden ve tenperverliklerinden ve vazifedarlıklarından istifade ederler. Onlar, öyle desiselerle, onları hizmet-i Kur’âniyeden alıkoyuyorlar ki, haberleri olmadan bir kısmına fazla iş buluyorlar, tâ ki hizmet-i Kur’âniyeye vakit bulmasın.” (2)
Öyleyse biz de sınıfları terk etmemeliyiz.
Dipnotlar:
1- Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, c.3. s. 352.
2- Said Nursî, Mektubat, s. 504.