“Haricî cereyanların çatışması” başlığını taşıyan 11 Haziran 2021 tarihli yazımızla ilgili olarak çok sayıda soru yöneltilmiş idi.
Önce, o yazının konusu olan hadiseye dair kısa bir hatırlatma: 1945’te İstanbul’da, hiç umulmadık şöyle bir gelişme yaşandı: İlhan Selçuk yönetimindeki Cumhuriyet Gazetesi ile Zekeriya Sertel yönetimindeki Tan Gazetesi karşı karşıya geldi. Bir başka ifade ile Kemalistler ile Komünistler birbirine girdi. Bir taraftan “Kahrolsun komünizm” diye protesto yürüyüşleri yapılırken, bir taraftan da komünizm propagandası yaptığı için Tan Matbaası’na baskın yapılarak ortalık darmadağın edildi.
Aynı yazıda Emirdağ Lâhikası’ndan yaptığımız bir iktibasta, içinde menfî hareketin de alenen yer aldığı bütün bu gelişmeler sanki tasvip ediliyor gibi bir mana seziliyordu.
Bu sebeple, meseleyi tasrih etmekte ve konuya açıklık getirmekte fayda var.
*
Öncelikle, gelişmelerin genel seyrinde iki ayrı zuhûrâtın vaki olduğunu ifade edelim.
Birincisi: Ağırlıklı olarak üniversite gençliğinin (Aralarında Süleyman Demirel de var) “Kahrolsun komünizm!” diye diye yaptığı bir protesto yürüyüşüdür. Ki, bu gayet yerinde, normal, hukukî ve aynı zamanda demokratik bir tepkidir. Bunda herhangi bir sıkıntı-problem-soru işareti yok.
İkincisi: Cağaloğlu’ndaki ana binanın ve gazete matbaasının basılması ve her tarafın yıkılarak tahrip edilmesidir. İşte burada zihinleri meşgul eden bazı noktalar var.
Evvelâ, Risâle-i Nur’a göre “menfi hareket”, normal şartlarda ve prensip olarak asla tasvip edilmez. Dolayısıyla, burada da Nur’un talebeleri böyle bir harekete teşvik edilmiyor.
Şu var ki: Protesto gösterisinden bağımsız şekilde hareket ederek tahribe yönelen gençler, bizzat Zekeriya Sertel gibi komünistler ile Aziz Nesin gibi ateistlerin yetiştirmiş olduğu gençlerin ta kendisidir. Dolayısıyla, kendi yetiştirmeleri olan gençlik onları başını yemeye yöneldi. Lâhika’daki iktibasta, buna da ayrıca bir vurgu yapılıyor.
Hani Üstad Bediüzzaman “Bozuk Avrupa”nın iki pis hediyesi için şöyle diyor ya: Senin bu iki elin kırılsın ve senin bu iki hediyen, senin başını yesin ve yiyecek!
İşte, burada da benzer bir durum yaşanmış. Kendi belâlarını kendi işlerinden, başlarından ve ifsatlarından bulmuşlar. Yoksa, bundan “Tahribat iyidir, haydi biz de gidelim, aynısını yapalım” gibi bir mana çıkmaz ve çıkarılmamalı.
Özetle: Etme-bulma dünyası. Yani, “Men dakka-dukka.” Yahut “Rüzgâr eken, fırtına biçer” misâli.
GÜNÜN TARİHİ: 24 Eylül 1566
Hürrem Sultan’ın oğlu II. Selim
Şehzade Selim, Zigetvar fethi esnasında (7 Eylül 1566) vefat eden babasının ölüm haberini ancak 24 Eylül günü öğrenebildi. O esnada Afyon civarında bulunuyordu.
40 gün boyunca bir devlet sırrı gibi saklanan Kànunî Sultan Süleyman’ın vefat haberi ile birlikte “saltanata dâvet” mektubunu da alan Şehzade Selim, Kütahya–Bursa güzergâhını takip ederek İstanbul’a geldi.
30 Eylül günü 11. padişah olarak Osmanlı tahtına çıkan II. Selim, babası gibi orduların başında bulunmak yerine, vaktini Saray’da ve İstanbul’da geçirmeyi tercih etti. Bu tercihte, onun yetiştirilme tarzının etkili olduğu kuvvetle muhtemel.
*
Bu dönemde yaşanan Saray entrikalarında Sultan II. Selim’in annesi Hürrem Sultanın ismi çokça zikredilir.
Kànunî’nin ikinci hanımı olan Hürrem Sultan, aslen Polonya’lı bir Yahudi ailenin kızıdır. Kırım Hanlığı kanalıyla Saray’a gönderildi. Çok zeki bir hanımdı. Harem dairesinde kısa sürede sivrilerek temayüz etti. Padişahın dikkatini çekmeyi başardı ve nihayetinde onun nikâhlı hanımı oldu.
Çocukları olduktan sonra, kuması Mahidevran Sultanla sürtüşmeler yaşandı. Uzun yıllar devam eden bu sürtüşmeler, nihayet entrikalı çekişmelere dönüştü. Hatta, Kànunî’den sonra kimin, yani hangi hanımından, hangi oğlunun padişah olacağı meselesi, bu entrikaları ne yazık ki kanlı boğuşma raddesine kadar getirdi.
İşte bu dahili çekişme ve boğuşma, Osmanlı’nın yükselişini frenledi ve duraklama devresine böylece girilmiş oldu.