Arap Baharı adı verilen fitne, tek adam rejimleriyle yönetilen Müslüman Arap ülkelerinde yaşanan işsizlik, gıda enflasyonu, siyasî yozlaşma, ifade özgürlüğü, usulsüzlükler ve kötü hayat şartları gibi problemler sebebiyle bunalan halkların, Küresel fesat şebekelerinin kışkırtmalarıyla 2010’da meydanlara inerek yönetimlerini protesto etmeleriyle başladı.
İlk olarak Tunus’ta başlayan olaylar, Mısır, Libya, Yemen ve diğer ülkelere sıçradı ve oradaki yönetimlerin devrilmesine yol açtı. Suriye 2011’de karışmaya başladı. Türkiye ve Suriye yönetimleri, 2011’a kadar aralarındaki ilişkileri gayet iyi götürüyorlardı. Hatta taraflar, Türkiye ve Suriye’de ortak kabine toplantıları düzenlemişilerdi. Esat, Türkiye’nin AB’ye dâhil olmak için aday ülke olmasına sevinmiş, “ İlerde AB’ye komşu olacağız” diye memnuniyetini beyan etmişti.
Türkiye’de tecrübeli diplomatik çevreler, ülkemizin Arap baharı fitne ateşinden, özellikle Suriye bataklığından uzak durmasının menfaatinin gereği olduğunu, Arap ülkelerinde yaşanacak ihtilaflarda tarafsız kalarak arabulucu rolünü üstlenmesinin doğru bir tavır olacağını açıkça ifade ettiler.
Ancak AKP’li Türkiye yönetimi, bu basiretli ikazı dikkate almadı, ABD’nin dolduruşuna gelerek rejim muhalifleriyle iş birliği yaptı ve “Yakında Emeviye camiinde Cuma namazını kılacağız” denilerek Esat rejiminin yıkılması yönündeki ABD projesine alet oldu. Rusya ve İran’nın, Esat Rejiminin yıkılmasına ve oradaki menfaatlerinin heba olmasına müsaade etmeyecekleri ön görülmedi.
Rejim ve muhalefetin ağır silah, bomba ve füzelerle çatışması neticesinde bir Milyon Suriyelinin kanı aktı, ülke harabe haline geldi. Savaştan kaçan Suriyelilerin büyük bir bölümü, kitleler halinde Türkiye’nin sınır kapılarını açmasıyla ülkemize giriş yaptılar. Bunlar önceden hazırlanan kamplarda tutuldu, sonra şehirlere gelişi güzel dağılmalarına müsaade edildi.
Doğru olanı: Türkiye’nin, onları sınırlardaki kamplarda tutmaya devam ederek iyi bir Diplomasi yürütmekle Uluslararası Camiayı harekete geçirerek savaşı durdurmaya çalışması, sonra onların evlerine dönüşlerinin sağlanması idi. Ancak bu yapılmadı.
Günümüzde ne olacakları belli olmayan ve kendilerine geçici koruma statüsü verilen beş Milyon sığınmacı, sekiz, dokuz sene içinde, ülkemizde uygulanan kısmî demokrasi ile sağlanan ve ülkelerinde olmayan hürriyetin tadını aldılar. Öyle görünüyor ki, bunlara Suriye tarafında güvenli bölge oluşturup orada her birine lüks konut yapılsa, sonra orada yaşamaları için onlara yüksek maaş bağlansa dahi,
Türkiye’deki sıkıntılı hayatı tercih edip ülkelerine geri dönmeyecekler. Yapılan kamuoyu araştırmaları onların % 80-90’ının Suriye’ye geri dönmeyeceklerini göstermiştir. Eğer tedbir alınmazsa bunların eğitimsiz, işsiz yüz binlerce gençlerinin, fuhuş ve terör mafyasının tuzağına düşerek gelecekte sosyal hayatın huzurunu bozan olaylara sebebiyet vermeleri kuvvetle muhtemeldir.
Çare: “Zararın neresinden dönülürse kârdır” prensibince, ülkemizde onlarla alâkalı ilerde yaşanması muhtemel problemleri en aza indirmek adına, zaman kaybetmeden kanunî mevzuat değiştirilerek onlara mülteci statüsü verilmesi, Türkiye toplumuna Entegrasyonlarının sağlanması için acil çalışmalar yapılması ve bunun gereğinin yapılmasıdır.
Aksi halde mülteci problemin, gelecekte daha çok karmaşık bir hal alarak çözümünün çok zorlaşacağı, devlete ve topluma maddî – manevî ağır bir yük bindireceği öngörülebilir.