Özellikle 1960-1980 yılları arasındaki kalkınma planlarının en önemli unsurunun ithal ikamesine dayalı kalkınma politikası olduğu bilinmektedir.
Ne demek ithal ikamesi?
Önceden yurtdışından ithal edilen mal ve hizmetlerin zamanla ülke içerisinde üretilmesidir. Yani tenis mi oynayacaksın? Topun mu yok? Gidip yurtdışından döviz harcayarak ‘Wilson marka’ top alacağına, tenis topunu kendi ülkende üret ‘Cüneyt marka’ tenis topun olsun mantığıyla açıklanabilir.
İthal ikamesi bugünlerde kullanılabilir mi? Bunun şarta bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Zira günümüzde insanoğlu en iyiyi arıyor. Kaliteliyi talep ediyor. Elindeki malın ötekinden farklı ve orijinal olmasını istiyor. Marka kalitesinin sürekli yarış halinde geliştirilmesi için özellikle ticarî şirketlerin Ar-Ge (araştırma geliştirme) harcamalarına ayırdığı bütçenin yüksek olması gerekiyor.
Türkiye’nin Ar-Ge’ye yönelik harcamaları 1990’da GSMH’ye oranlı olarak % 0,33 düzeyinde iken sonraki yıllarda artmaya başlamış ve 2001’de % 0,72 oranına ulaşmıştır. AR-GE harcamalarının 2/3’ünün yükseköğretim kurumları tarafından yapıldığı görülmektedir. Kalan 1/3’lük kısmının da ticarî kesimle kamu kuruluşları tarafından yapıldığı görülmektedir.
Uluslar arası rekabet için bu oran yeterli mi? Elbette hayır. Çünkü AB ülkelerinin AR-GE harcaması ülkemize kıyasla oldukça yüksektir. Bu kapsamda Avrupa Konseyi, bilgiye dayalı ekonominin parçası olarak istihdamı, ekonomik reformlar ve toplumsal uzlaşmayı güçlendirmek üzere Birlik için yeni bir stratejik hedef üzerinde anlaşmaya varmak amacıyla 23-24 Mart 2000 tarihinde Lizbon’da özel bir toplantı düzenlemiştir. Lizbon stratejisinin temel hedefi firmaların rekabet gücünün arttırılmasıdır. Bunu sağlamak için ana unsur araştırma, geliştirme ve yenilikçiliği teşvik etmek, bu sayede bilgiye dayalı bir ekonomiye geçişi hızlandırmaktır. AB, Lizbon stratejisi kapsamında AR-GE harcamasını GSMH’nin % 3 seviyesine çıkarmayı başarmıştır.
Ne zaman ki, Ar-Ge faaliyetleri ile bilgiye yatırım yapar, inovasyonu sürekli gelişen bir yapıya dönüştürür ve kaliteyi sürekli kılarsak, işte o vakit ithal ikamesi işe yarar, ekonomik gelişmenin kalıcı bir motoru olur. Hatta ürettiğimiz malı yabancıya da kolaylıkla satabiliriz.
Sonuç olarak özel sektörde bilgiye yatırım yapacak, Ar-Ge harcamalarını arttıracak, en iyiyi, en kaliteliyi ve en orijinalini üretecek babayiğitlerin varlığı gerekiyor.
Aramızdaki ‘babayiğit’ eksikliğini, şimdilik, pratik çözümlerle gidermeye çalışıyoruz. Fatih tablet bilgisayar projesi ve yabancı sermayenin Türkiye’de ürettiği mal için öngörülen ihale teşvik uygulaması örneklerinde olduğu gibi ‘yabancı malı’ ülkemizde ürettirip ‘yerli malı’ haline dönüştürerek babayiğit eksikliğini gidermek kısa ve orta vadede çözüm olabilir.
Bu çerçevede benim de pratik bir çözüm önerim olacak. Hizmet alım ihalesi kapsamında ‘yerli malı’ araç kiralanması zorunlu olmasına rağmen, kamu kurumlarının bu hükme uymadığı ve ihalelerde ‘yabancı menşeli’ araç kiralayıp kullandıkları bilinmektedir.
Sayıştay’dan, parlamentoya sunacağı denetim raporlarında, mevzuata aykırı olduğu halde yabancı menşeli araç kiralayan kamu kurumlarını deşifre etmesini bekliyoruz. Bu suretle yabancı menşeli bir passat marka aracın ülkemizde üretilmesi hem teşvik edilmiş ve hem zorlanmış olur.