"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

İslâm devletinin ilk anayasası: Medine Vesikası

24 Nisan 2011, Pazar
A- İlk yazılı anayasa

Hz. Peygamber (asm), Medine’ye varır varmaz ilk olarak yaptığı işlerden biri, Medine ve çevresinde yaşayan ve birbirine düşman olan unsurlardan, barış içinde yaşayan, düzenli bir cemaat oluşturmak olmuştu. Deyim yerindeyse, Resulûllah (asm) bu çalışmasıyla, kendisinin başkanı olduğu bir şehir devletini kurmak istemişti. Bu amacını gerçekleştirmek için Hz. Peygamber (asm) Enes b. Malik’in evinde, 1 Müslümanların hak ve sorumluluklarını, ayrıca başta Yahudiler olmak üzere Medine’de yaşayan herkesin hak ve sorumluluklarını ihtiva eden bir anayasa, aynı zamanda sözleşme niteliğinde olan bir beyanname yayınlamıştı. Hz. Peygamber’in (asm) Medine’ye teşrifinden oldukça rahatsız olan Yahudiler, insanî açıdan en ufak detayı bile ihmal etmeyen ve karşı çıkılması imkânsız böyle bir olumlu hareket karşısında çaresiz kaldılar. Bu yüzden bazı Yahudi kabilelerinin katılımı geç olmuş olsa bile, Yahudiler genellikle sözleşmeyi memnunlukla kabul etmek zorunda kaldılar. İbnu Hişam’ın Siyer’inde aynen yazılı bulunan bu vesika Hz. Peygamber’in gerçek büyüklüğünü ve bütün dönemlere hâkim olan dehasını açıkça göstermektedir. 2
Medine vesikasına dikkatle baktığımız zaman Hz. Peygamber’in (asm) Allah’ın kendisine talim ettiği siyaset ile insanlığın temel sorunlarını çözecek esasları ve insanî değerleri asla göz ardı etmeyen bir anayasa hazırladığını görüyoruz. Bu yüzden denilebilir ki, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed (asm) aynı zamanda insanlığa hizmeti ve güvenliği esas alan bir devlet kurmayı başaran ve sosyal bir toplum meydana getiren benzersiz ve güçlü bir devlet adamıydı. Vicdan özgürlüğünü esas alan ve dünyanın ilk anayasalarından biri sayılan bu ilk metinde Resulûllah (asm) şöyle buyurdu:
“Bismillahırrahmanirrahim, Resulûllah Muhammed tarafından verilen bu antlaşmayla Kureyş ve Yesrib Müslümanları ile onlarla müşterek bir dâvâda olup herhangi bir köke mensup olan insanların tamamı bir tek ümmet olmuştur.” Bu girişten sonra birçok kavim ve kabile tarafından verilecek diyetlerle Müslümanların kendi aralarında yerine getirecekleri özel görevler açıklanmıştır.
Devletin iç idaresine ait bir kaç satırdan sonra bu olağanüstü vesikanın bir yerinde şöyle denilmiştir: “Bu antlaşmayı kabul edenler arasında vaki olabilecek bütün anlaşmazlıklar Allah’a ve O’nun Resulü’ne takdim edilecektir.” Bu madde anayasanın en önemli maddelerinden birisidir. Çünkü bu madde, bütün yetki ve sorumluluğun Allah’ın elçisinde olduğunu açıkça ifade eder. Bu anayasa ile Arapların terörle karışık geleneklerine kesin bir darbe indirilmişti. Araplar o güne kadar bir zarar veya felâkete maruz kalanların intikamını alma işini kabile ya da ailenin gücüne bırakmışlardı. Hz. Peygamber (asm) bu vesikayı yayınlamakla ümmetin en büyük hâkimi durumuna geldiği gibi, ilk kez sorunları hukukla çözülen bir devletin başkanı da olmuştu.

B- Muhteva:
Medine vesikası 47 madde gibi kısa sayılacak bir metin olmakla beraber muhteva bakımından toplumun her türlü ihtiyacına temas eden ve bütün sorunları çözme istidadında olan bir sözleşmedir. Ana konuları itibariyle metinde şu konular ağırlık kazanmıştır:

1- Adalet:
Medine Anayasasının birçok maddesinde herkese eşit bir şekilde adalet götürülmesi açıkça öngörülmektedir. Aslında Medine Anayasası, adaletle hükmetme ve adlî işlerin idaresi konusunda gerçek bir inkılâp yapmıştır. Çünkü adaletle hükmetme konusunda yetkiler tamamen şahıslardan alınmış ve merkezî otoriteye bırakılmıştır. Hatta kendi kabilesi, ailesi yahut akrabası bile olsa, her suçlunun cezalandırılması ve her mağdurun merkezî otorite tarafından gözetilmesi esasa bağlanmıştır. Vesikanın 13. maddesinde: “Takva sahibi mü’minler kendi aralarında saldırgana ve haksız bir fiil yapmayı tasarlayan, bir cürüm, bir haksız tecavüz yahut mü’minler arasında bir karışıklık çıkarmayı düşünen kimseye karşı olacaklar ve bu kimse mü’minlerden birinin evladı bile olsa hepsinin elleri onun aleyhinde kalkacaktır” denilmektedir. Bu maddeye göre bütün mü'minler suç işleyen bir kimseye karşı merkezî otoriteye yardım etmekle mükelleftirler.
Denilebilir ki, Yahudileri bu topluluğa girmeye ikna eden tek şey, adaletin dağıtılması konusunda herkesin eşit muamele görecek olmasıdır. Vesikanın 16. maddesi bu konuda açıktır: “Yahudilerden bize tabi olanlar, zulme uğramaksızın ve onlara muarız olanlarla yardımlaşmaksızın yardım ve muzaheretimize hak kazanacaklardır.” Vesikanın 22. maddesi, “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir mü’minin bir katili himaye edip ona eman vermesi helâl değildir” şeklinde özetlenebilir. Buna göre suçluyu himaye etmek otoritenin nazarında suç sayıldığı gibi, ahirette de cezası büyük olan bir günahtır.
Vesikanın 23. maddesinde, kim olursa olsun, aralarında ihtilâf çıkanların başvuracakları tek merciin Allah olduğu, en yüksek hakemin de Allah’ın Resûlü olduğu açıkça ifade edilmiştir. Böylece vesika, herkes için ihtilâflı olayları çözme makamının, şahsiyetler değil merkezî otorite olduğunu vurgulamaktadır. Otoritenin kabile reislerinden alınıp bir merkeze tevdi edilmesi, adalet duygusunun toplumda meydana getireceği rahatlama bakımından çok önemlidir.

2- Suçun şahsîliği:
Medine Anayasasının birçok maddesinde suçun şahsiliği prensibine kuvvetli bir şekilde vurgu yapılmıştır. 25/B maddesinde: “Kim ki haksız bir fiil irtikâp eder veya bir cürüm işlerse o sadece kendisine ve aile efradına zarar vermiş olacaktır” denilmektedir. Burada “…ve ailesine” kaydı, diyetin ödenmesi halinde ailenin buna katkı sağlamakla yükümlü olduğuna yönelik bir uyarıdır. Yoksa katil olan bir kimsenin ailesinin de cinayetle yargılanacağı anlamında değildir. Vesikanın diğer bazı maddelerinde bu anlam desteklenmiştir. Nitekim 36/B maddesinde, “Bir yaralamanın intikamını almak yasak edilmeyecektir. Muhakkak ki bir kimse bir adam öldürecek olursa neticede kendisini ve aile efradını mesuliyet altına sokar. Aksi halde haksızlık olacaktır. (Yani bu kurala uymayan bir kimse haksız olacaktır). Allah bu yazıya en iyi şekilde riayet edenlerle beraberdir” denilmektedir. Bu prensip, “Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez” 5 âyetinin hükmü ile paralellik arz etmektedir.

3- Sigorta:
Vesikada yer alan birçok madde (3–12) harpte esir düşenlerin hürriyetlerine kavuşturulmaları için kurtuluş akçesi (fidye-i necat) vermek, öldürme veya yaralama gibi hallerde kısas yerine kan bedelini (diyet) ödeyebilmek için bir sosyal sigorta kurumunu öngörmektedir. 12. maddede açıkça şöyle denilmektedir: “Mü’minler kendi aralarında ağır malî mesuliyetler altında bulunan hiç kimseyi bu halde bırakamayacaklar; fidye-i necat veya kan bedeli (diyet) gibi borçların iyi ve makul olan esaslara göre vereceklerdir.” Yeni oluşturulan sosyal yapıda sadece Müslümanların kendi aralarında birbirlerine yardım etmeleri değil, her kabile diğer kabilelerin yardımına koşan ve onların malî ağırlıklarını paylaşan dinamik bir statüye kavuşturulmuştur.

4- Vatandaşlık ve savunma:
İslâm anayasası, “Ümmet” veya “Müslüman Vatandaşlığı” mefhumunu öne çıkarmış, din, dil, ırk ve renk farkı gözetmeksizin bu belgeye imza koyan herkesi eşit vatandaş statüsünde kabul etmiştir. Vesikanın 20/B maddesinde şöyle denilmiştir: “Hiçbir (Medineli), müşrik bir Kureyşlinin mal ve canını himayesi altına alamaz ve hiçbir mü’mine bu hususta engel olamaz (Yani Kureyşliye saldırmasına engel olamaz)”. Bilindiği gibi Müslümanlar Mekkeli müşriklerle (Kureyş Kabilesi) savaş halindeydiler. Bu durumda Medine’deki müşrik vatandaşlar Mekkeli müşrikleri himaye edip onlara yardım edemezlerdi.
Birlikte savaşa katılacak olan vatandaşların savaş giderleriyle ilgili hükümler de ihmal edilmemiştir. 24. maddede, “Yahudiler mü’minler gibi savaş devam ettiği sürece savaş masraflarını kendileri karşılamak mecburiyetindedirler” denilmektedir. Çünkü yapılan saldırı, aynı statüdeki vatandaşlık haklarına sahip olan Müslümanları ve Yahudileri eşit derecede etkilemektedir. Saldırgan taraf, her iki grubun vatanına saldırıda bulunmuştur. Dolayısıyla ne Müslümanlar Yahudiler için, ne de Yahudiler Müslümanlar için savaşmaktadır. O halde herkes kendi savaş giderlerini karşılamak zorundadır.
44. maddede “Müslümanlar ve Yahudiler arasında, Yesribe saldıracak kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır” denilmektedir. Çünkü eşit şekilde vatandaş oldukları bir ülkeye bir düşman saldırısı olmuş ise, bu durumda vatandaşlar arasında yardımlaşmanın olması kaçınılmazdır. 45. maddede vatandaşlık mefhumu daha önemli bir netlik kazanıyor: “Yahudiler, Müslümanlar tarafından bir barış anlaşması yapmaya dâvet edilirlerse iştirak edeceklerdir. Yahudiler de Müslümanlara karşı aynı haklara sahip olacaklardır. Ancak din hususunda yapılan savaşlar müstesnadır.” Bu madde her hususta eşit haklara sahip bir vatandaşlık profilini çizmektedir.
Benî Nadir, Benî Kurayza ve Benî Kaynuka adlı Yahudi kabileleri, Medine civarında oturdukları halde ilk etapta, hicretin birinci yılında imzalanan bu antlaşmayı kabul etmemişlerdi. Hatta Ebu Davud’un Sünen’inde yer alan bir rivayete göre 6 bu anlaşma, Bedir savaşından sonra, yani hicretin ikinci yılında gerçekleşmiştir. Gerçekten de Mekkeli müşrikler Bedir’de hiç beklemedikleri bir yenilgiye uğrayınca bu yenilginin intikamını almak üzere yeni bir savaşın hazırlıklarına başladılar. Yahudilerin önemli bir şairi olana K’ab b. Eşref de onlara yardım etmek üzere Mekke’ye gitmişti. Hatta K’ab b. Eşref Medine’nin üzerine saldırdıkları takdirde kendilerine yardım edeceği sözünü de vermişti. Fakat K’ab bir grup Müslüman’ın kılıcıyla öldürüldü. K’ab’ın ölümü üzerine Yahudiler korkuya kapılarak Müslümanlarla bir savunma anlaşmasına yanaşmışlardı.7 Buradan yola çıkılarak Medine sözleşmesinin Bedir Savaşı’ndan sonra yapılmış olabileceği ifade edilmiştir.
Esasen Anayasanın Yahudilerle ilgili maddeleri, bir savunma savaşı esnasında Yahudilerin yapmakla mükellef oldukları görevleri sıralamaktadır. Ancak Müslümanların, sadece dışarıdan gelecek bir saldırıdan değil, aynı zamanda Yahudilerin böyle bir saldırgana karşı besleyecekleri yakınlık ve sempatiden de endişe edilmekteydi. Bu yüzden İslâm anayasası vatan savunması ve iç emniyet konularında barış anlaşmasının bölünmez bir bütünlük arz ettiğini, hiçbir mü’minin diğer mü’minleri hariç tutarak bir barış anlaşması imzalayamayacağını 17. madde ile teminat altına almıştır. 8 Buna paralel olarak, savaşa katılan bütün birliklerin sıra ile hizmete koşacakları ve askerlik hizmetinin tam bir eşitlik altında herkes için mecburi olduğu (madde, 18) açıkça ifade edilmiştir. Diğer taraftan, mü’minlerin birbirilerinin Allah yolunda akan kanlarının intikamını almakla mükellef oldukları hususu anayasa ile güvence altına alınmıştır. (Madde, 19)
Anayasanın muhtelif maddelerinde, bütün vatandaşlara sorumluluk bilincini yüklemek ve onları güvenlikten sorumlu tutmak amacıyla vurgular yapılmıştır. 45/B maddesinde ise bu konu açık olarak: “Her bir zümre kendilerine ait mıntıkadan (gerek savunma gerek sair ihtiyaçlar hususunda) sorumludur” şeklinde belirtilmiştir.
Kısacası Yesrib şehri hicret-i Nebeviyeden sonra büyük bir stratejik önem kazanmıştı. Medine, gerek Mekkelilerin Suriye’ye giden ticaret yolu üzerinde oluşu gerek kuzeydeki Hayber bölgesinin Yemen’e giden ticaret yolunun üzerinde olması hasebiyle askerî ve ekonomik öneme de sahipti. Yesribli yerli Müslümanların daha önce Akabe bey’atlerinde Hz. Peygamber’le (asm) yaptıkları anlaşmaya göre, bütün dünyaya karşı savaşa yol açsa bile Muhacirleri korumaya söz vermişlerdi. Bu anayasa ile Müslümanlar kadar olmasa da, Medine’de yaşayan gayri Müslimler de savunma konusunda benzer sorumluluklar altına sokulmuşlardır.

5- Medine şehir devletinin
sınırları:
Bilindiği gibi Medine ahalisi geniş bir ova üzerinde ve gelişi güzel bir şekilde yerleşmiş bulunuyordu. Yahudi kabilelerin ekserisi şehir dışında ve belli bölgelerde bir arada yaşıyorlardı. Yine de Müslümanlarla müşrikler ve Yahudiler yan yana ve iç içe yaşamaktaydılar. Yani bir Arap mahallesinde Yahudi, bir Yahudi mahallesinde de Müslüman Arap yaşıyordu. Yahudiler Medine Sözleşmesiyle İslâm topluluğuna katılınca artık ülkenin sınırlarına işaretler koymanın zamanı gelmişti. Anayasa metninde İslâm ülkesi ile ilgili ifade Cevfü’l-Medine” (Medine’nin içi) şeklindedir. 39. maddede, “Bu sahifenin gösterdiği kimseler lehine Yesrib vadisi (cevfi) haram (mukaddes) bir yerdir” denilmektedir. Bu maddenin işaret ettiği mânâ, çeşitli kabilelerin ikamet ettiği Medine ovası yahut vadisinin tamamıdır.
O zamanki İslâm ülkesinin sınırları ile ilgili olarak kaynaklarda daha detaylı bilgiler de bulunmaktadır. Nitekim Resulüllah’ın (asm) Medineli sahabilerinden birisi olan Cuşem b. Harise kabilesinden Raf’i b. Hadic’in şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Mervan b. el-Hakem bir hutbe irad etti. Hutbesinde Mekke’yi, Mekke ahalisini ve Mekke’nin haramlığını zikretti de Medine’yi, Medine ahalisini ve Medine’nin haram olduğundan söz etmedi. Bunun üzerine Raf’i b. Hadic Mervan’a: ‘Bana ne oluyor ki, senden Mekke’yi, Mekke ahalisini ve Mekke’nin haram oluşunu işitiyorum da, fakat Medine’yi, Medine ahalisini ve Medine’nin haram olduğunu zikretmiyorsun? Hâlbuki Resulüllah (asm) onun iki kara taşlığı arasındaki bölgeyi haram kılmıştır. Bu husus, Havlan’da tabaklanan bir deri parçası üzerinde yazılmış olarak yanımızda mevcuttur. Şayet istersen onu sana okurum.” 9
Medineli bir sahabi olan Raf’i b. Hadic’in Medine’nin de Mekke gibi haram bir bölge olduğu konusuna önem verdiği anlaşılmaktadır. Buhari’de yer alan bir başka habere göre Resûlullah (asm) K’ab b. Malik’i, kurulmuş bulunan Medine Şehir devletinin ülke sınırlarını göstermek üzere çeşitli yerlere sınır taşları dikmek için görevlendirmiştir. Tarih yazarı el-Matarî, K’ab b. Malik’in anlatımını şöyle nakleder: “Resûlullah (asm) beni Medine’nin haram hudutlarını göstermek üzere yüksek yerlere bir takım işaretler dikmek için görevlendirdi. Ben bu işaretleri Zatü’l-Ceyş, Müşeyrib, Mahid tepeleri ile Hufeyya, el-‘Uşeyre ve Teym yükseklikleri üzerine diktim.” 10 Bu hadisten anlaşıldığına göre Resûlullah (asm) Medine harem bölgesinin sınırlarını doğu, batı, kuzey ve güney istikametlerinde taşlarla belirlemiştir.

6- Din özgürlüğü ve takva:
Anayasanın 25. Maddesinde “Yahudilerin dinleri kendilerine, Müslümanların dinleri de kendilerinedir” denilerek modern anlamdaki din özgürlüğü dile getirilmiştir. Denilebilir ki, bu madde gayri müslimlerin bir muhakeme serbestiyetine sahip olacaklarını, yani Yahudilerin Tevrat’a göre muhakeme edileceklerini öngörmektedir. Bu muhakeme sonucunda bile eğer ihtilâf devam edecek olursa Resûlullah’a (asm) başvurulacağı açıktır. Çünkü 42. madde, üzerinde ihtilâf edilen bir hukukî dâvânın çözümü hususunda Allah’a (Kur’ân’a) ve Peygamber’e müracaat edileceğini açıkça belirtmiştir. 11
Birçok maddede ise “takva”ya vurgu yapılarak Allah korkusunun toplum hayatındaki yerine işaret edilmiştir. 20. maddede, “Takva sahibi müminler, en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar” denilerek adeta takva, yasanın en temel maddesi olarak kabul edilmiştir. Yine 13. maddede özetle şöyle denilmiştir: “Takva sahibi mü'minler, kendi evlatları bile olsa suçlulara karşı olacaklar ve suçluları asla korumayacaklardır.” Bu ifadeler takvanın, adalet duygusunun temeli olduğunun en açık delilidir. Yine 36/B maddesinde “Allah bu yazıya en iyi riayet edenlerle beraberdir” denilerek kanunlara itaatin, takvanın en üst derecelerinden biri olduğuna işaret edilmiştir.

 
7- Müslümanlara yönelik maddeler:
Anayasanın birçok maddesi, malî konularda birbirlerine yardım etmekle mükellef bulunan mü'minlere hitap ediyor. Muhacirlerle ilgili olan 3. maddede şöyle denilmektedir: “Kureyş’ten olan Muhacirler, kendi aralarında adet olduğu şekilde kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler.” Yine 12. maddede, “Mü’minler kendi aralarında ağır malî sorumluluklar altında bulunan hiç kimseyi bu halde bırakmazlar” denilmektedir. Bu maddenin devamı sayılan 12/B ve 13. maddelerinde de mü'minlerin malî problemlerinin çözümü yoluna gidilmiştir.
14. maddede, hiçbir mü’minin, bir kâfir için mü’min öldürecek kadar küfür ehline taraftar olamayacağına vurgu yapmaktadır. Bu madde, mü’minlerin kiminle hangi düzeyde dostluk kuracaklarını göstermesi bakımından önemlidir. 15. maddede ise “Mü’minlerin diğer insanlardan ayrı olarak birbirinin mevlâsı (dostu, sahibi) durumunda” oldukları ifade edilmiştir. Bu madde, “Sadece mü’minler kardeştirler. O halde ihtilâfa düşen kardeşlerinizin arasını düzeltin” 10 âyetinin ifade ettiği hükme uygundur. Bu âyet, dünyanın neresinde olursa olsun bütün mü’minlerin kardeş olduğunu ve gerçek kardeşliğin ancak mü’minler arasında olabileceğini ifade ediyor.
Yine 17. maddede “Barışın tek ve bölünmez olduğu, hiçbir mü’minin, bir grup mü’mini hariç tutarak kimse ile barış anlaşmasını yapamayacağı” anlatılmıştır. Buna göre hiçbir mü’min, mü’min kardeşlerinin zararına olacak şekilde gayri müslimlerle bir ittifak içine giremez. 22. maddede ise, “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir mü’minin bir suçluyu koruyamayacağı” ifade edilmiştir. Bu madde, adalet duygusunu zayıflatacağı ve kamu vicdanını sarsacağı gerekçesiyle suçluyu korumayı kesin olarak yasaklamıştır.
Sonuç
Bu sözleşme bir şehir devleti için tasarlanan bir anayasa olmakla birlikte İslâmın evrensel kurallarını da içermektedir. Fakat özel anlamda, Medine’de yaşayan topluluğun savunma, kanun koyma, yardımlaşma, adalet işleri ve savaş hukuku gibi bütün temel ihtiyaçlarını karşılamıştır. Allah’ın elçisi Hz. Muhammed (asm) kurulan bu şehir devletinin başkanı durumundaydı. Sahabileri de “yöneticiler zümresi” diye ifade edilebilen bir konumdaydılar.
Bazılarının aklına gelebileceği gibi Resulûllah (asm) lüks bir hayat sürmek ve kendisine bağlı olanları daha müreffeh dünyevî bir hayata kavuşturmak için bir çaba içinde değildi. Onun amacı insanların güvenliğini ve herkesin güven içinde istediği yere seyahat etmesini sağlamak ve adaleti yaymaktı. Bu dönemde başta Hz. Peygamber (asm) olmak üzere bütün Müslümanların hayat düzeyinin daha zahidane ve mütevazı olmak mecburiyeti vardı. Çünkü kadın, erkek, genç, ihtiyar her Müslüman günde beş vakit namaz kılmak zorundaydı. Mekke döneminde farz olmayan oruç ibadeti Hicretin 2. yılında farz kılınmıştı. Müslümanlar yaz kış demeden her yıl Ramazan ayında oruçlu olmak mecburiyetindeydiler. Ayrıca varlıklı olan Müslümanlar fakir olan Müslümanlara zekât vermek zorundaydılar. Her gün beş vakit namaz kılmak, yılda bir ay oruçlu olmak ve fakirleri gözetmekle yükümlü olan bir topluluğun hayatında lüks hayat izlerini aramak beyhudedir. Aslında bu sözleşme ile Müslümanların maddî ve manevî hayatları dengelenmişti. Dolayısıyla Müslümanların lüks bir hayat sürmek gibi bir talepleri zaten olamazdı.
Resulûllah’ın (asm) devlet başkanı olması, asayişi ve güvenliği sağlama ve toplumun hayatını hukukî bir düzene sokması açısından önemlidir. Eğer böyle bir devlet nizamı kurulmamış olsaydı, özellikle Hz. Peygamber’in (asm) Medine’ye teşrifinden sonra Medine sokakları ve çevresi tamamen güvensiz olacaktı.
Dipnotlar:
1- İbnu Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, III, 222, 223, Beyrut, 1985.
2- Vesika için bkz. İbni Hişam, Siret, II, 147; İbnu Kesir, el- Bidaye ve’n-Nihaye, III, 223.
3- En’am, 6/164.
4- Ebu Davud, Sünen, 19/23.
5- Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 195, 196.
6- Geniş bilgi için bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 193.
7- Müslim, Sahih, Hac, 457; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 141.
8- Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 195.
9- Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, s. 46, İrfan Yayınevi, İst., 1969.
10- Hucurat, 49/10.
Okunma Sayısı: 39264
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Harikaaaaa

    16.12.2014 21:28:57

    Yazdım hepsini Super. ! v'

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı