Bugün herkes biliyor ve görüyor ki siyaset, ülkeyi iyi yönetme yarışından daha çok menfaat temin etme aracı haline gelmiş.
Nur hizmetini daha yakından tanıma ve Türkiye’nin son elli, elli beş yılını Nurculuk perspektifinden değerlendirmek için...
Üstad Hazretleri, zamanımızın siyaset anlayışına şu iki eleştiriyi getirmektedir:
1. “Propaganda-i siyaset yalana fazla revaç verdiği için beşerin kemalâtını mahvetmiştir” diyor. Bugün diyoruz ki, “Bu siyasetçilere artık güvenilmez. Çünkü yalan söylüyor bu adamlar.”
2. “Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır” diyor.
Bugün herkes biliyor ve görüyor ki siyaset, ülkeyi iyi yönetme yarışından daha çok menfaat temin etme aracı haline gelmiş. Kim iktidara gelirse kendi taraftarları devlet imkânlarından, hakkı olduğu için değil, ama “Onlar yapıyordu, yiyordu; ben de yiyeyim” anlayışıyla istifade etmeye çabalıyor.
Bana göre din namına ortaya çıktığını söyleyerek siyaset yapanlar, en büyük vartaya bu noktada düşüyorlar. Yine yaşayarak görünen odur ki, devlet imkânlarını yandaşlarına, hak-hukuk gözetmeksizin, tabiri caizse peşkeş çekenler, hem de pek çoklarından daha büyük bir iştahla bunu yapanlar, maalesef bu iddiada bulunan insanlar olmuştur.
Tabiî bu işi yaparken kılıf da hazırlamak gerekmekte idi. En büyük kötülüğü, bu memlekete, Türkiye’yi “dârü’l-harp” ilân ederek yapmışlardır. Çünkü Türkiye dârü’l-harp kabul edildiği zaman, İslâmın yasak kıldığı, haram ettiği birçok şey mübah hale gelmektedir. Silâhlı mücadele, adam öldürmeden tutun da, devleti hortumlamaktan, faiz meselesine kadar... Şimdi de zaten bunu çok açık görüyoruz. Din adına ortaya çıkanlar faize karşı olmasına rağmen en yüksek faizle paralarını bankaya yatırabiliyorlar. İşte İslâmî hassasiyet böyle tahrip ediliyor.
Üstad Hazretleri Türkiye’nin dârü’l-harp olamayacağını söylüyor. Kaldı ki İmam-ı Şafiî Hazretleri’ne göre de, bu dârü’l-harp meselesi, aşağı yukarı hiç mümkün değildir. Çünkü o, “Bir memlekette bir sefer, az bir müddet de olsa idare İslâmın olsa, sonra gayrımüslimlerin eline geçse bile; orası yine dârü’l-İslâmdır” diyor. Bunu söyleyen büyük bir mezhep imamı, İmam-ı Şafiî Hazretleri’dir.
Günün şartları içinde, vicdanlar onaylamasa da, tercih edilen yol gereği yapılan yanlışlar böyle bir avutmaca ile görmezden gelindi. “Dine siyaset yoluyla hizmet” iddiasıyla yola çıkanlar, kendilerini, böyle bir fetva ile geniş halk kitleleri karşısında savunabilir konumda tutmaya çalışsalar da, hem bu mümkün olmadı, hem de en büyük bir cinayet işlendi: Din, İslâm, Kur’ân ve mukaddes değerler yara aldı.
Bu bağlamda Üstad Hazretleri “yüksek siyaset” yapıyor. İslâm adına, Kur’ân adına hareket ediyor ve onun ihyasını ve hâkimiyetini istiyor. Bunun ille de kendi tarafından yapılması için bir düşüncesi yok. İlle de, “Ben geçip bunu düzelteyim” diye iktidar talebi yok. İslâmiyetin, millet nezdinde tekrar ihyasıyla ve idareye lâyık olanların gelmesiyle, bu inanç ve düşüncedeki insanların çoğalmasıyla işlerin düzeleceğini söylüyor.
Halbuki iktidara talip olan, din adına siyaset yapanlar, iktidara gelseler bile, gerçek anlamda dine hizmet edemiyorlar. Çünkü dengeleri bozuluyor. Çok taviz veriyorlar. İktidara gelmek ile muktedir olmak arasındaki farkı, iktidar hırsı yüzünden göremediklerinden, âdeta yörük sırtından kurban kesercesine, özellikle din ve dindarların sırtından tavizler vererek güç odaklarına yaranmaya ve ne olursa olsun iktidarda kalmaya çalışıyorlar. İşleri götürecek yeteri kadar liyakatlı kadro olup olmaması hiç önem arz etmiyor. Devlet çarkının işleyişini bilmemek rahatsızlık vermiyor. Kadrolar açısından, “Benden olsun da, nasıl olursa olsun” cehaleti ile hareket ediyorlar.
EMANET EHLİNE VERİLMELİ
Halbuki Peygamber Efendimiz (asm) Mekke’yi fethettiğinde, Kâbe’nin hizmetlisi Müslüman olmamıştı. Sahabeler görevi onun elinden almışlardı. Peygamber Efendimiz (asm) ise görevi ona iade etmişti. Bu davranışı için şu gerekçeyi göstermişti: “Kâbe’nin hizmet işini en güzel bu kişi yapıyor.” Tabiî o da, liyakat ve ehliyete gösterilen saygıdan sonra Müslüman olmuştu.
Görüldüğü üzere Peygamberimiz (asm), “O bizden değil” şeklinde düşünmemişti. İşi iyi yapıp yapamadığına bakmıştı. Peygamber Efendimiz (asm) ve diğer Sahabe hayatları boyunca bu davranışı göstermişler, liyakat, ehil olma meselesine önem vermişlerdi.
Cenâb-ı Hak da, Nisa Sûresi’nin 58. âyet-i kerimesinde “Muhakkak ki Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” buyuruyor. Zaten, işin ehline verilmemesi kıyamet alâmetlerindendir, aynı zamanda. Yani sadece dünyanın kıyameti kopması manasında değil. Her devletin, her idarenin, her işletmenin, her ailenin kendi küçük kıyametinin kopmasıdır. Çünkü yöneticiler veya iş sahipleri ehliyetsiz iseler; karışıklık ve batış kısa bir süre sonra gerçekleşir. O işletmenin kıyameti, iflâs etmesi ile kopmuş olur.
***
MNP ve Nur Talebeleri ilişkisinin devamı MNP’nin kuruluşu ile ilgili olarak, Hacı Tevfik Paksu ve Hüsamettin Akmumcu gibi bazı arkadaşlar, harekete geçmişlerdi. Yapacak bir şey yoktu ve bizim arkadaşlarımız böyle bir partinin kuruluşu içinde yer almıştı. Ancak, biz Nur Talebeleri olarak, Üstadın yolundan giden insanlar olarak herkesi memnun etmek mecburiyetinde değildik. Üstad Hazretleri ölçülerini koyarken; insanların bir kısmının Risale-i Nur’a muarız olmasını dikkate alarak gerçek ölçü ve prensipleri, din, vatan ve milletin lehine, hayrına olacak meseleleri söylemekten kaçınmamıştır. İşte Zübeyir Ağabeyin en önemli özelliği bu noktada ortaya çıkmaktaydı. Üstad ne söylemiş ise onu “hüve hüvesi”ne anlayıp, her yönüyle hayata geçirmeye çalışan ve onları savunan, Üstadın mesleğini yerleştirmek ve geliştirmek noktasında gayret sarf eden bir insandı. Aşırı şefkat dolayısıyla geniş kitleleri memnun etmek için Üstadın mesleğinden taviz verenler ya da, en azından savunmayan, ortaya koyamayanlar da yok değildi. Dolayısıyla, bu MNP meselesinde de söyleyecek çok fazla bir şey kalmıyordu. Beraber olduğumuz zaman zaten farklı düşünmüyorlardı. Uygulamada Üstaddan deliller de ortaya konulduğu zaman, “Tamam kardeşim!” diyorlardı, ama sonra kendi başlarına kaldıklarında, diğer insanlarla karşılaştıkları zaman “mantıklı, akla yakın, haklı olabilirler” diye bir düşünce içine girebiliyorlardı. Halbuki bana göre; bir Nur Talebesi Üstadın mesleğini birinci derecede muhafazaya mecburdur.
YARIN: Siyasî ölçülerimizi de Üstad’dan alırız.