Manisa’da verdiğim, “Artık bundan sonra Risale-i Nur’u okumak, okutmak ve yaymaktan başka işlerle meşgul olmama” kararını uygulamak için Kirazlı Mescid’te kalma düşüncesi bana cazip gelmeye başlamıştı.
Nur hizmetini daha yakından tanıma ve Türkiye’nin son elli, elli beş yılını Nurculuk perspektifinden değerlendirmek için...
GENÇ YAŞLARDA İDARECİLİK YAPTIM
Yani ulvî ve kudsî bir şey arıyordum, kendimi ona verebilmek için. Dolayısıyla Risale-i Nurlar’ı bulduktan sonra, ona hayatımı vakfetmek benim için hiç zor olmadı.
Manisa’da verdiğim, “Artık bundan sonra Risale-i Nur’u okumak, okutmak ve yaymaktan başka işlerle meşgul olmama” kararını uygulamak için Kirazlı Mescid’te kalma düşüncesi bana cazip gelmeye başlamıştı. Bekârdım, bakmaya mükellef olduğum kimse yoktu. Zaten on dört yaşında ailemden ayrılmışım. Ayrı yaşamaya alışmışım. Bundan dolayı “medrese hayatı”na çok rahat ayak uydurabilirdim.
Tekrar sadede dönecek olursak, Kirazlı Mescid’e yerleşmemi engelleyen bir tek şey vardı: Geçimimi sağlayacak kadar kazancımın olmaması. Bu durumda, başkalarına muhtaç olma durumu söz konusu olacaktı ki, bu Üstad Hazretleri’nin istiğna düsturu bakımından sakıncalı görünüyordu.
Yani Üstad Hazretleri gayrın eline bakmamış, zekât almamış, hediye kabul etmemişti ya! Bazı Nur Talebeleri de, ona benzemek isteği ile bazen bu konuda çok aşırı gitmekteydiler. (...)
Tabiî bu durum, istiğna mesleğinde ifrat mertebeyi temsil ediyordu. Çünkü her şeyden önce biz Üstad değildik. Tamamen onun gibi olmamız mümkün değildi. O, dâvâsı ile kişiliğini birleştiren bir İlâhî mevhibe eseri olarak yaşamaktaydı hayatı. Biz sadece ona talebe olabilme ümidi taşıyanlardık. Bu durumda haddi aşmadan, helâl daire içinde “talebeliğ”imizi bilmeliydik. Yani talebelik sıfatının gerektirdiği ölçüde müstağni davranmalı idik. İnsanlarla ilişkilerimiz, elbette minnet altında kalacak ölçüde olmamalı idi. Ancak bu konuda, hizmetleri aksatacak derecede ifrat etmemeliydik.
Böyle bir ortamda ben medresede kalmak istiyordum, ama geçimimi nasıl temin edeceğim konusu beni engelliyordu. Bu mesele zihnimi fazla meşgul ediyordu. (...)
ZÜBEYİR AĞABEYİN YARDIMI
Zübeyir Ağabey ben dershanede kalmaya başlayınca, bu hassasiyetimi görmüş olacak ki, Ahmet Aytimur Ağabeyin Çarşıkapı Kiğılı Pasajındaki işyerinde ona yardımcı olmamı istedi. O zamanlar servis kaşığı, tencere daha yeni çıkıyor ve Kayseri’de imal ediliyordu. Aytimur Ağabey, kaşık ve tencereleri orada satıyordu, pazarlıyordu. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm de bastırmış, onu da bulunduruyordu.
Zübeyir Ağabey, Anadolu’dan gelen giden de çok olduğu için “Aytimur’un orada biraz yardımcı olsan kardeşim” dedi bana. Ahmet Ağabeyle konuştular, o da kabul etti. Boğaz tokluğuna Ahmet Ağabeyin orada çalışmaya başladım.
Tabiî “boğaz tokluğu”na ne kadar dayanılır? Bir süre sonra, rahmetli oldu, Ahmet Turan isimli Uşaklı bir arkadaşla anlaştık.
Çakmakçılarda toptan manifatura dükkânları vardı. Tezgâhtar olarak çalışacaktım. O günün rayicine göre de iyi bir paraya anlaşmıştık. Hizmete, medreseye daha fazla katkıda bulunacağımı hayal ederek Ahmet Ağabeyin yanından ayrıldım. Yeni işime, gelen hafta başı, Pazartesi günü başlayacaktım.
POLİS BASKINI
Cumartesi dersi için Aksaray’daki medreseye gittim. Murat Paşa Camii’nin yakınlarındaydı medrese. O tarihlerde, Aytimur Ağabeyin yeğeni Kemal Kalkan, Yurtaslan Bıyıklı ve Dr. Mehmet Akay üçü birlikte kalıyorlardı. Cumartesi derslerini de orada yapıyorduk. 1962’yi 1963’e bağlayan yılbaşı gecesiydi. Tam gece saat 10’da, ders yaparken, polis baskınına uğradık. Servet Armağan, Sabahattin Aksakal, Özer Şenler, Mustafa Kavurmacı gibi o zamanın ileri gelen Nurcuları başta olmak üzere tam yirmi altı kişi olarak karakola, karakoldan savcılığa götürüldük. On beşimizi tutukladılar. Biri astsubay olduğundan askerî, on dördümüz de Sultanahmet’teki hapishaneye gönderildik.
Güya Pazartesi yeni işime başlayacaktım. İşte kader önümü kesmişti, bu konuda yine.
Otuz üç gün içeride kaldık. Tahliye olunca doğruca Ahmet Turan’a gittim: “Tamam, artık çıktık, başlayalım” dedim. O ise, “Ben bir ay bekleyemezdim. Başka bir arkadaş aldım” diye cevap verdi. Ne yapabilirdim, “İyi, hayırlısı olsun!” demekten başka?
Bu böyle olduğu gibi, daha önce İstanbul’da tuttuğum bütün işlerde de hep bir aksilik çıkmış ve yarıda bırakmak zorunda kalmıştım.
Benzer birkaç teşebbüsüm daha oldu. Hepsi de sonuçsuz kaldı. Baktım artık olmuyor, kader hep önümü kesiyor, artık Ahmet Ağabeyin oraya da dönemedim. (...) kapağı tamamen medreseye attım, hizmetten başka hiçbir şeyle meşgul olmamak kaydıyla...
Yeri geldiği için, bir iki hatırayı daha kaydetmek isterim: Aytimur Ağabey, Nur Talebesi olduğu için çok sabırlıydı. Ben de her şeyine karışırdım. İhtilâl sonrası olduğu için, o zamanlar çok takibat altındaydık. Polisler sürekli bizi gözaltında tutardı. Aytimur Ağabey, daha önceleri İstanbul’da Risale neşriyatı da yaptığı için o, daha fazla takibat altındaydı. O zaman o da Süleymaniye’de Kirazlı Mescid’de kalırdı. Çarşıkapı’daki yeri sürekli sivil polis kaynardı. Gelip içeriye oturur Anadolu’dan gelenlerle arkadaşlık kurmaya çalışır, ağızlarından lâf almak isterlerdi.
Soyadını unuttuğum Faruk isimli sivil polis, bunların başında geliyordu. Çok münafıkça hareket ediyordu. Anadolu’dan biri gelse hemen ağabeylerden bahsetmeye başlardı: “Mehmet Kardeş, Zübeyir Ağabey şöyle demişti.” Ya da, “Zübeyir ne yapıyor?”
Gelen arkadaş da bunu Nurcu zannederek, konuşmaya başlıyordu. Onun da maksadı zaten buydu. Sivildi, ama polis olduğunu bildiğimiz için kovamıyorduk; ne de olsa çekiniyorduk. “İhtilâl zamanı. Adamlar bir şey yaparlar mı?” endişesi ile kovamıyorduk.
Zübeyir Ağabeye, “Ağabey böyle oluyor, ben ne yapayım?” diye durumu bildirdim ve tedbir istedim. “Kardeşim sen şu yolu takip et: Şimdi Anadolu’dan kardeşimiz içeri girdi mi, ‘Selâmünaleyküm, aleykümselâm’ hemen o polis arkadaşı tanıt. ‘Bu birinci şubeden Polis Faruk’tur,’ de. Bu kadar söyle. Faruk Ağabey değil, ‘Faruk’ de. O kâfidir” dedi.
Hakikaten öyle oldu ki; Anadolu’dan biri gelse, ben onu polis diye tanıtınca, hemen, “Selâmünaleyküm, ağabeylere selâm” deyip gidiyordu. Tabiî bu taktik bizi rahatlattı. Daha sonra polisler gelmemeye başladılar. Faruk isimli sivil polis de, tabiî çok rahatsız oldu. Bana, “Kardeşim ne lüzum var polis kimliğimizi söylüyorsun?” diyordu. Ben de, “Ne var bunda? Mesleğinizi söylüyoruz işte!” diye cevap veriyordum. Bir daha da gelmez oldu. (...)
YARIN: Rahleyi niye götürdüler?