Bediüzzaman Said NursÎ Hazretleri Risale-i Nur Külliyatı ile bu zamanda “Sahabe Mesleğinin bir cilvesini” ortaya koymuş; “Seciye-i âliye-i sahabe ve meşreb-i nuranÎ-i Peygamberîyi beyân eden Risale-i Nur’daki feyze kanaat etmeliyiz” diyerek Risale-i Nur ile hizmetin önemini vurgulamıştır.
-4-
3.1. Sahabe Mesleğinde
Dünyayı Terk Etmek Yoktur:
Sahabe mesleğinde nefsi öldürmek ve dünyayı terk etmek yoktur. Nefsi ıslah ederek Allah yolunda çalıştırmak ve dünyayı da yaratılış amacına uygun ahiretin tarlası olarak görüp ekip biçmek vardır.
Hakikatte dünyanın üç yüzü vardır: Birincisi Cenâb-ı Hakk’ın esmasına bakar, onun nukuşunu gösterir, mânây-ı harfiyle ona ayinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü hadsiz mektûbât-ı Samedâniyedir. Bu yüzü nefrete değil aşka lâyıktır. İkinci yüzü: Ahirete bakar ve ahiretin tarlasıdır, Cennetin mezrasıdır. Rahmetin mezheridir. Şu yüzü dahi evvelki yüzü gibi güzeldir; tahkire değil, muhabbete lâyıktır. Üçüncü yüzü: İnsanın hevesâtına bakan gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fanidir, zâildir, elemlidir, aldatır. İşte nefret edilmesi gereken bu yüzüdür. Ehl-i hakikatin nefretleri dünyanın bu yüzünedir.
Kur’ân-ı Hâkim kâinattan ve mevcudattan ehemmiyetle ve överek bahsetmesi dünyanın evvelki iki yüzünedir. Sahabeler ve sâir ehlullahın rağbet ettikleri dünyaları bu yüzleridir. Bunun içindir ki sahabeler dünyaya pek çok girmişler. Terk-i dünya değil, belki bir kısım sahabe o zamanın ehl-i medeniyetinden daha ileri gitmişlerdir. Çünkü onlar Kur’ân’dan ve doğrudan Peygamberimizden (asm) almış oldukları dersler ile anlamışlar ki, dünyanın ahirete bakan yüzü ile esmâ-i İlâhiyeye mukabil olan yüzünü sevmek, sebeb-i noksaniyet değil, belki medâr-ı kemâldir. O iki yüzde ne kadar ileri gitse daha ziyade ibadet ve marifetullahta ileri gider. Sahabelerin dünyası bu iki yüzdedir.
Tarikatın yolunda dünyayı terk vardır. En parlak tarikat olan Tarik-i Nakşî de o tarikatın kurucusu olanlar şöyle tarif etmişler:
“Der tarîk-i Nakşibendî lâzım âmed çârı terk:
Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terki terk.”
Yani, “Tarik-i Nakşî”de dört şeyi bırakmak lâzım: Hem dünyayı, hem nefis hesabına ahireti dahi maksud-u bizzat yapmamak, hem vücudunu unutmak, hem ucba, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir.
Hâlbuki insan bir kalpten ibaret değildir. Şayet insan sadece bir kalpten ibaret olsaydı bütün mâsivayı terk, hatta esma ve sıfatı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakk’ın Zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi vazifedar çok letâifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o lâtife ve duyguları kendilerine mahsus ayrı ayrı vazife-i ubudiyette, hakikat canibine sevk etmek gerekir.
İşte sahabeler böyle geniş bir dairede, zengin bir surette; kalb bir kumandan gibi duygular ise birer asker kullanarak kahramancasına maksada gitmişler ve bütün duyguları ile Allah’a ibadet ve dinine hizmet etmişlerdir. Sadece kalbi kurtararak, nefis ve duyguları öldürüp tek başına gitmek medar-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır.
Tarikatın takip ettiği yol “Cadde-i Kübra” denilen Kur’ân’ın en geniş caddesi değildir; ancak Kur’ân’dan ve Sünnetten alınmış herkesin kolaylıkla gidemeyeceği gibi dar ve tehlikeli uzun yollardır. Herkesin o yola girmesi ve “Seyr-i Sülukunu” tamamlayarak sonuca ulaşması zordur.
“Cadde-i Kübra Velâyet-i Kübra sahipleri olan Sahabe ve Asfiyâ ve Tabiîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt ve Eimme-i Müçtehidînin caddesidir ki onlar doğrudan doğruya Kur’ân’ın birinci tabaka şakirtleridir.”
Bununla beraber tarikatın takip ettiği velâyet yollarını gösteren en güzel ve mükemmel yol Peygamberin (asm) sünnetini esas alanlardır. “Velâyet yolları içinde en güzeli, en müstakimi, en parlağı, en zengini Sünnet-i Seniyyeye ittibâdır. Yani, a’mâl ve harekâtında Sünnet-i Seniyyeyi düşünüp ona tabi olmak ve taklit etmek ve muamelât ve ef’âlinde ahkâm-ı şer’iyeyi düşünüp rehber ittihaz etmektir. İşte bu “Cadde-i Kübrâ” “Velâyet-i Kübra” olan verâset-i nübüvvet olan Sahabe ve Selef-i Sâlihînin caddesidir.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de sahabeleri şöyle över: “İlk iman eden muhacirler ve ensar ile, iyilik yaparak onlara tabi olanlardan Allah razı olmuştur. Onlar da Allah’tan razı oldular. Allah onlar için altından ırmaklar akan Cennetler hazırlamıştır. Onlar, orada ebedî kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur.”
Sahabelerin çoğu ticaretle meşgul kimselerdi. Hz. Ebubekir (ra) başta olmak üzere Hz. Osman (ra) ve Abdurrahman bin Avf (ra), Sa’d bin Ebi Vakkas (ra) gibi “Aşere-i Mübeşşere”den sayılan sahabeler çok zengindi. Onlar mallarını helâlinden kazanarak Allah yolunda harcamayı şiar edinmişlerdir. Peygamberimiz (asm) bütün mallarını Mekke’de bırakarak Allah için hicret eden Abdurrahman bin Avf ‘ı (ra) Peygamberimiz (asm) Medine’de Sa’d bin Rebî (ra) ile kardeş ilân etmişti. Sa’d (ra), Abdurrahman’a “İşte, mallarım, onların yarısını sana veriyorum” deyince Abdurrahman bin Avf (ra), “Allah mallarına bereket versin. Sen bana Medine pazarını göster, bu bana yeter” demiştir. Kısa zamanda zengin olmuştu.
Abdurrahman (ra) ticarî hayatı çok iyi biliyordu. “Cenâb-ı Allah bana öyle bir nimet verdi ki, bir taşı bile bir yerden kaldırıp başka yere koyduğum zaman sanki altın oluveriyordu” demektedir. Çok da cömert olan Abdurrahman bin Avf’ın (ra) Tebük Seferi için 700 deveyi malı ile beraber infak ettiği meşhurdur.
4. SAHABENİN VASIFLARI VE AHLÂKI:
Sahabenin senâ-i Kur’âniyeye mazhar olan isar hasletidir. Hediye ve sadâkanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek, hizmet-i diniyenin mukabilinde gelen menfaat-i maddiyeyi istemeden ve kalben talep etmeden sırf bir ihsân-ı İlâhî bilerek, nâstan minnet almayarak ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de almamaktır.
Yüce Allah sahabelerin bu halini överek “Kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile başkalarını kendi nefislerine tercih ederler” buyurarak sahabeleri över. Çünkü sahabeler kendilerine sığınan muhacirlere mallarının yarısını vermeyi istediler. Peygamberimize (asm) gelerek “Ey Allah’ın resulü! Medine arazisini muhacir kardeşler ile aramızda taksim edin, arazi sizin arazinizdir” dediler. Peygamberimiz (asm) ise “Hayır! Lâkin ihtiyaçlarını karşılayın, meyvelerini taksim edin, arazi sizin arazinizdir” buyurdu. Ensar da “Memnuniyetle!” dediler.
Sahabelerden birine bir hediye getirildiği zaman ihtiyaç sahibi olan bir başkasına gönderir ve “Onun daha çok ihtiyacı vardır, ona götürün” derlerdi. Bu güzel ahlâklarını yüce Allah överek bizlere örnek göstermiştir. Bu durum fedakârlığın zirvesini göstermesi bakımında enteresandır.
Kur’Ân-ı KerÎmde Sahabelerin Vasıfları:
Yüce Allah Fetih Sûresinin son âyetinde sahabelerin kahramanlıklarını ve mücahedelerini överek bizlere ders verir. Onlara benzememizi ve örnek almamızı ister.
Şöyle buyurur: “Muhammed Allah’ın Resulüdür. Onun yanında bulunan sahabeleri kâfirlere karşı sert, kendi aralarında ise merhametlidirler. Onları devamlı olarak rükû ve secde ederlerken görürsün. Onlar yaptıkları ile Allah’ın lütuf ve rızasını talep ederler. Onlar yüzlerindeki secde izlerinden ve nuraniyetlerinden tanınırlar. Onların Tevrat’taki vasıfları budur. İncil’deki vasıflarına gelince, onlar filizini yarıp çıkan gövdesi güçlü, gövdesi üzerinde başını kaldıran ve ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler. İman edip salih amel peşinde koşan bu sahabelere Allah hem mağfiret, hem de büyük bir mükâfat vaat etmiştir.”
Yüce Allah bu âyette sahabelerin vasıflarını şöyle açıklamıştır:
1. Kâfirlere karşı şiddetli ve tavizsizdirler.
2. Kendi aralarına merhametlidirler.
3. Onları daima rükû ve secde ederken görürsün. Yani beş vakit namazı asla terk etmezler. Cemaate ve camiye devam ederler.
4. Yaptıkları ile sadece Allah’ın lütuf ve rızasını talep ederler.
5. Yüzlerindeki secde izlerinden ve nuraniyetlerinden tanınırlar.
6. Ekincilerin hoşuna giden kuvvetli ekin gibi içleri doludurlar. Yani görünüşleri ile meyve vermeleri birbirine uygundur. Sözleri ile amelleri birbirine uygundur.
7. Mükâfatları da bütün günahlarının affolunması ve Cennette büyük makamlara kavuşmalarıdır.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de Risale-i Nurlar ile mücadelesinde sahabelerin bu vasıflarını kendisine örnek almıştır.
Nur Talebeleri de sahabelerin bu güzel hasletlerini örnek alarak İman ve Kur’ân hizmetinde:
1. Ehl-i küfre ve dalâlete asla taviz vermeyerek her türlü sıkıntı ve eziyete katlanmışlardır. Hapis, zulüm ve mahkemelere rağmen asla tavizkâr olmamışlardır.
2. Mü’minler arasında da “Müsbet Hareket” modelini ortaya koyarak asla şiddet yanlısı olmamışlar ve hiçbir siyasî harekete alet ve tabi de olmamışlardır. Daima müsbet hareket etmişlerdir.
3. Rükû ve secdeye, yani beş vakit namaza çok önem vermişler ve vermektedirler. “Kâinatta en yüksek hakikat imandır; imandan sonra namazdır” veciz sözünü kendilerine prensip edinmişlerdir.
4. Yaptıkları ile asla dünyevî ve siyasî bir menfaat talebinde bulunmamışlar ve hizmetlerini ihlâsla yapmayı sürdürmüşlerdir. 20. ve 21. Lem’a olan “İhlâs Risaleleri” bunun en güzel delilidir.
5. Nur Talebelerine “Nurcu” denmeleri tanınmaları için yeterlidir.
6. Risale-i Nur’un hakikî talebeleri daima özü ve sözü bir olup sözleri ile fiilleri birbirine uygun davranırlar ve onlara dışarıdan bakanların hoşuna gider.
7. Mükâfatları da İnşallah mağfiret ve Cennet olacaktır.
İşte Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Risale-i Nur Külliyatı ile böyle nuranî bir yolu açarak bu zamanda “Sahabe Mesleği’nin bir cilvesini” ortaya koymuş; “Seciye-i âliye-i sahabe ve meşreb-i nuranî-i Peygamberîyi beyân eden Risale-i Nur’daki feyze kanaat etmeliyiz” diyerek Risale-i Nur ile hizmetin önemini vurgulamıştır.
-DEVAM EDECEK-