Asker ocağında, “Ya Rabbi! Komünistlik, olsa olsa işte bu tarz bir rejim olur. Sana söz veriyorum hayatımın sonuna kadar bu rejimin, bu memlekete gelmemesi için uğraşacağım” diye kendi kendime söz verdim. Bu, “hayat yemini” gibi bir şeydi.
Nur hizmetini daha yakından tanıma ve Türkiye’nin son elli, elli beş yılını Nurculuk perspektifinden değerlendirme için
AİLEM DİNDAR VE DEMOKRATTI
Bu durumun ana sebebini, ailemin yapısı oluşturuyordu, kuşkusuz. Çünkü ailem dindardı. Siyaseten demokrattı. Aramızda veya misafirlerle gerçekleşen sohbetlerde, konuşmaların temeli bu değerler üzerine kuruluydu. Bir de tabiî o yıllarda dindarlara yapılan zulüm göz önünde işleniyordu. Halk hem hürriyetler açısından, hem de ekonomik bakımdan baskı altındaydı. Bu baskı zulüm seviyesinde seyrediyordu.
Sözgelimi bir vergiyi ödeyemedin mi? Tabiî verginin ne kadar adil olduğu ayrı bir tartışma, hemen bütün eşyanı veya hayvanlarını, işinle ilgili alet-edevatını haczederlerdi. Hem de jandarma zoruyla. Orman askerleri vardı. Ormandan biraz odun getirmişsen, dayağın bini bir paraydı. Bunları görerek büyüyorduk.
Açıktan Kur’ân eğitimi yasaktı. Kur’ân okumayı, gizli öğrendim. Mahallemizde, Çanakkale gazisi, Topal lâkaplı biri vardı. Topal Osman derlerdi. Sağ bacağını, kökünden Çanakkale’de bırakmıştı. Çocukları o okuturdu. Beni de o okuttu. Onu bile, “Nasıl Kur’ân dersi verirsin?” diye tehdit etmişlerdi. Devam ettiği için zulmetmişler, dövüp hakaret etmişlerdi.
Ben Demokrat Parti iktidarına kadar Halk Partisi’nin bu zulmünü yaşayarak gördüm. Ayrıca babamdan dinleyerek büyüdüm. Fıtrî olarak, bu baskı, zor ve tahakküme karşı bir infial, içimde her zaman vardı. Belki de, genel olarak çocukluğumda bile, hırçın ve asabî oluşumun bir sebebi böyle açıklanabilir.
Burada ilginç bir noktaya dikkat çekmek isterim. Babam bu zulüm tablolarını bizlere aktarmasına rağmen, hiçbir zaman devleti hedef göstermezdi. Hep Halk Partisi’nden bahsederdi. Halk sohbetlerinin genel gidişatı da bu çerçevede olurdu. Demek ki halk, devleti ile devlet gücünü elinde tutanları ayırt edebilecek ferasete sahipti. Bu bakımdan, Risale-i Nur’un da temel yaklaşımlarından biri olan “müsbet hareket” anlayışı, bu milletin köklerinde yer etmiş, kardeş kavgası yaşanmasını engelleyen olumlu bir yönü olarak nitelenebilir.
DEMOKRATLIK BENİM İÇİN ZULME KARŞI DURMAK DEMEKTİ
Şimdi tabiî demokratlığı benimseyişimi, zannediyorum, daha ziyade şöyle tahlil ediyordum:
Demokratlık hürriyet demek, serbestiyet demekti benim için. Herkesin inancında hür olması demekti. Zulme karşı olmak demekti. Hatta en mühim nokta, benim için “zulme karşı olma” meselesi idi.
Halk Partisi’ne ve tarzına, şiddetli bir muhalefetim vardı. Dolayısıyla demokrasiyi, hürriyet yönüyle, zulme karşı olma yönüyle benimsiyordum. Dindarların rahat ve serbest hareket etmesine uygun bir zemin oluşturduğunu kabul ediyordum.
Bu düşüncelerim, askerlik yaparken daha da pekişti. Çünkü oradaki uygulamaların, Halk Partisi uygulamalarından farkı yoktu. Tabiî ki, askerlik mesleğinin gerektirdiği disiplin anlayışını gözden uzak tutmadan yapıyordum bu değerlendirmeyi.
İKİNCİ BÖLÜM
NURLARI NASIL TANIDIM?
Askerlik görevim için 1957’de Manisa’da idim. Birliğe teslim olduktan dört beş gün sonra ruhumda müthiş bir feveran meydana geldi. Uygulamalardaki keyfilik, istibdat, insana değer vermeme beni irkiltmişti. Usta askerlerin, çavuş, başçavuş ve diğer rütbeli subay ve astsubayların davranışları, Halk Partisi’nin halka karşı davranışlarını andırıyordu. Hatta komünist rejim tatbikatını andıran haksızlıklar, zulme varan uygulamalar yaygın bir şekilde ortaya konuyordu. Zaten halkın anlattıkları ve telkinler de bu yöndeydi. Yani, uygulamaları “Komünistlik, olsa olsa budur” diye değerlendiriyorduk. Bu benzetme, din ve insan haklarına karşı oluştan kaynaklanıyordu.
Bu durumda, asker ocağında, “Ya Rabbi! Komünistlik, olsa olsa işte bu tarz bir rejim olur. Sana söz veriyorum hayatımın sonuna kadar bu rejimin, bu memlekete gelmemesi için uğraşacağım” diye kendi kendime söz verdim. Bu, “hayat yemini” gibi bir şeydi. Zaten, böyle bir ruh hali içinde geçen hemen hemen yirmi gün sonra Cenâb-ı Hak beni Risale-i Nur’la karşılaştırdı. Ondan sonra biraz okumaya, anlamaya başlayınca, verdiğim sözü hatırlayarak, “Komünizmle mücadele, ancak böyle bir eserle olur” diye düşündüm. Bütün kitapları bir tarafa bıraktım. Sadece Risale-i Nur’la meşgul olmaya başladım. Yani, ihtiyacımın şiddeti karşısında, Cenâb-ı Allah Risale-i Nur’u karşıma çıkararak, bana yardım etmişti.
Risale-i Nur’u tanımam, âdeta böyle fıtrî bir karşılaşma ile olmuştu.
Askerde de olsa okumayı sürdürüyordum. Acemi eğitiminin, ilk iki aylık dönemi Manisa’da geçti. Sonra Menemen’e gönderdiler. Orada, iki ay daha piyade muhabere eğitimi aldık ve tekrar Manisa’ya gönderildim. Piyade Er Eğitim Tugayı’nın gazinosunda görevlendirildim. Cumartesi-Pazar günleri çarşı iznini kullanma konusunda daha rahat bir pozisyonum vardı. Manisa’ya döndüğüm o ilk hafta sonu çarşı iznimi kullanmak için şehre gittim.
USTAMI ÇOK SEVERSİN!
Ayakkabılarımın tamire ihtiyacı vardı. Çeşnigir Camii’nin yanında biri tamir tezgâhı açmıştı.
Hafta sonu Manisalılar, asker şehre izne çıktığı için böyle tezgâhlar açardı; alış veriş hızlanırdı.
Sonradan isminin Orhan olduğunu öğrendiğim bu kişi, sayacı Hakkı Efendi isimli, muhterem bir zatın çırağı idi. Orhan, konuşkan biriydi. Tamirat süresince sohbet ettik. Dindar ve demokrat olduğunu anladım. Birbirimize kanımız ısınmıştı. Bana, “Benim bir ustam var, onunla tanışsan çok seversin, çok iyi bir insan” dedi. Ben de, “İyi olur başka bir zaman tanışırız” diye cevapladım.
Bir seferinde, tekrar çarşı iznine çıktığımda, Hakkı Efendi ile tanıştım. Orhan, dükkânın dışında tamirat yapıyordu. Hakkı Efendi ise içeride sayacılık ile meşguldü. İçeri girdim. Bana bir şeyler anlattı. Sonradan öğrendiğime göre Nakşî Tarikatına mensuptu.
RAMAZAN, İKTİSAT, ŞÜKÜR...
Anlattıkları, tasavvufî şeylerdi. Bunu hissediyordum, fakat tam olarak anlayamıyordum. Çünkü bilgi birikimim, henüz o gibi şeyleri anlamaya yeterli değildi. Tekrar buluşmak için sözleştik. Ertesi hafta sonu yeniden bir araya geldik. Sohbet ettik. Değişik konulardan konuştuk. Bu arada okumayı sevdiğimi de ifade etmiştim. İşte Risalelerle tanıştığım ilk an, o andı; bana Ramazan, İktisat, Şükür Risalesi’ni vermişti. Çabucak okudum, bitirdim, ama tam olarak anlayamamıştım. Ertesi hafta sonu buluştuğumuzda, Risaleyi iade ederken, tam anlayamadığımı söyledim. Fakat Hakkı Efendi, aynı Risaleyi tekrar verdi, “Bu kitap ayrı bir kitap sen bir daha oku bunu; daha iyi anlarsın” dedi. Canım sıkılsa da, onu dinledim. Tekrar okudum. Gerçekten daha iyi anladığımı gördüm.
Yine başka bir hafta sonu buluşmamızda, düşüncelerimi kendisine ilettiğimde, bu sefer İhlâs Risalesi’ni verdi.
Fotoğraf: Yeni Asya - Arşiv
YARIN: Askerde Nurculuk konuşmaları