İhtilâl sonrası herkes susmuş, susturulmuştu. Biz yanlışları açık bir şekilde, ihtilâlcilerin yüzlerine gazetemiz, dergilerimiz vasıtasıyla söyleyebildik. Tabiî ki onlar da bundan rahatsız oldu.
Nur hizmetini daha yakından tanıma ve Türkiye’nin son elli, elli beş yılını Nurculuk perspektifinden değerlendirmek için
12 EYLÜLCÜLER GAZETEYİ KAPATTI
Biz, her şeye rağmen mücadelemizi, Üstadın koymuş olduğu müsbet hareket ölçüsü içinde devam ettirdik. Fakat bu müsbet hareket, hiçbir zaman bizim doğruyu, güzeli ve hakkı söylememize, anlatmamıza, yaymamıza, yanlışların karşısına çıkıp onları tenkit etmemize engel teşkil etmedi. Dolayısıyla ihtilâl şartlarında da aynı şekilde davrandık:
İhtilâl sonrası herkes susmuş, susturulmuştu; başının derdine düşmüştü. Hiç kimse riski göze alamıyordu. Bir kısmı da -büyük ölçüde hep öyle olagelmiş-kimisi korkudan, kimisi menfaat beklentisinden, kimisi araziye uyma çabaları yüzünden, ihtilâlcileri alkışlamak, methetmek; onları yüceltmek tarzını ihtiyar etmişlerdi. Yanlış yapana da “Çok iyi yaptın” diyor, alkışlıyorlardı. Makul ölçülerde yaptıkları yanlışlıklarından dolayı onları ikaza ve tenkide cesaret edemiyorlardı.
Risale-i Nur’dan aldığımız iman nuru ve cesaret-i medeniye; yapılan açık yanlışlar, çarpıcı hatalar karşısında konuşmayı, tenkit etmeyi, olanı bütün açıklığıyla ortaya koymayı bize sağladı.
Makul bir üslûp içerisinde biz bunları o günün şartlarında, şimdi bile baktığım zaman, hakikaten fevkalâde bir cesaret örneği göstererek, büyük riskleri üstlenerek yapabildiğimizi görüyoruz. Yanlışları açık bir şekilde, ihtilâlcilerin yüzlerine gazetemiz, dergilerimiz vasıtasıyla söyleyebilmişiz.
Tabiî ki ihtilâlciler de bundan rahatsız oluyordu. İki de bir yazı işleri müdürümüzü, bazı arkadaşları çağırıyorlardı. Tehdit ediyor, uyarıyorlardı.
Tehditleri şu yönde oluyordu:
“Kapatacağız. Niye Konseyi bu kadar tenkit ediyorsunuz? Hangi cesaretle ve hangi hakla? Artık bütün hukuk, siyaset askıya alındı. Onlar, ne yapacaklarını açık şekilde ortaya koymuş. Buna rağmen siz bunu nasıl yaparsınız, niçin yapıyorsunuz, kimden cesaret alıyorsunuz da bunları yapıyorsunuz?”
Telefonla takip ediliyordu yayın politikamız, çoğu zaman. Ben de “halkla münasebetler” birimlerinden aranmaya başlamıştım.
Çünkü meselâ, bir haber gelmiş. Bize göre pek fazla ehemmiyeti de yok. Sıkıyönetim buna “halkla münasebet birimi” aracılığıyla ambargo koymuş. Tek baskı yaptığımız için, gazetemiz de erken çıkmış. Dolayısıyla gazete basılmış, ya da baskıya girmiş. “Falan haberi koymayacaksınız” diye emir geliyor. Koyarsak “gazeteyi kapatma”yla tehdit ediyor. En azından mahkeme açılma meselesi gündeme geliyor.
Böyle durumlarda arkadaşlar ne kadar halimizi açıklasalar da ikna olmuyor ve “Emirdir” diye diretiyorlardı. Açıklamaları hiç dikkate almıyorlardı. Böyle bir iki sefer daha olunca, “Siz bana bağlayın böyle meseleleri” dedim.
Telefonlar bana bağlanmaya başladı. Böyle teklifler gelince karşılıklı, şiddetli münakaşalar olmaya başladı. Onların tehditlerine karşı, “Ne isterseniz yapabilirsiniz, o da sizin bileceğiniz iş” diyordum. Tabiî daha fazla kızıyorlardı:
“Ne demek? Burada ihtilâl olmuş, sıkıyönetim var” “Teknolojik bazı imkânsızlıklar senin sıkıyönetimini dinlemiyor ki... Ben size ‘Benim imkânım yok’ diyorum. Ben bunu basmışım, paketlemişim, dağıtıma vermişim, çıkmış. Benim bunu durdurma imkânım yok. Toplatma imkânım da yok. Toplamak sizin vazifeniz. Niçin bizi ‘kasdîlik’ gibi bir muameleye tâbi tutuyorsunuz? Bunda kasıt yok. Ben haberi koymuşum. Bizim gazetemiz erken çıkıyor. Öbür gazetelerin Anadolu baskıları var. Sizin ‘emriniz’ bize geç gelmiş. Benim teknik imkânsızlığım var. Haber çıkmış. Geri döndüremem.”
Bir kaç sefer böyle toplatma meselesi olmuştu. Sıkıyönetim komutanının kararıyla, “muhalefet”ten dolayı dâvâlar açıldı.
Yani o kadar sıkıyorlardı ki, her meselede gazetelere telefonlarla talimat yağdırıyorlardı:
“Şunu koyun, bunu koymayın. Buna ambargo gelmiştir.
İkinci bir emre kadar bunları koymayacaksınız”
Bu gün o yazıları okuduğunuz zaman, bilhassa başyazıları, “Yahu bu aşırı bir cesaret. Nasıl yapmışız?” diye, hayret etmekten insan kendini alamıyor. Çok cesurane, ama gerçekçi ikazlar yapmışız.
Bir seferinde, Yazıişleri Müdürümüz Sabahattin Aksakal ile beni de komutanlığa çağırdılar. Halbuki usûlen gazete sahibi böyle meselelerde çağırılmaz. Sorumlu olan Yaz ıişleri Müdürü’dür. Ancak, yazıişleri ile istedikleri neticeyi alamadıkları için, gazete sahibi olarak beni de çağırdılar, sanırım. Biz de gittik, orada bir tümgeneral, bir albay, bir binbaşı onlar üç, biz iki kişiydik. Gazetede çıkan yazıları kesmiş, dosyalamışlardı. Onlar üzerinde konuşma yapacakları anlaşılıyordu.
Onlar açısından, bardağı taşıran son mesele şuydu:
Kenan Paşa sık sık Anadolu’ya gidiyor, konuşmalar yapıyordu. Bu konuşmalarda değindiği iki önemli husus vardı: Biri siyasî partiler, diğeri başörtüsü.
Sürekli, siyasî partilerin aleyhinde konuşuyordu. Partilerin faaliyetleri durdurulmuştu, ama kapatılmamışlardı. Bir konuşmasında vatandaşın “Kapatın!” şeklindeki cevabına karşılık, “Tabiî ileride onu da düşüneceğiz, ama bunu size sormadan yapmayacağız. Bu partilerin kapatılma meselesini size de soracağız” demişti. Televizyonlardan bu diyalog yayınlanmıştı. Türkiye insanının önünde söz vermiş, taahhütte bulunmuştu.
Sonradan da baktık, hiç böyle millete sorulmadan, konseyden bir karar çıkmış, siyasî partilerin hepsi kapatılmış, mal varlıklarına el konulmuştu. Tabiî siyasette şok yaşandı. O zaman biz de tenkit olarak, bir başmakale yazdık, “Söz verdiğiniz halde, milletin malı olan, bu kadar insanın sahip çıktığı partileri nasıl halka sormadan kapatıyorsunuz, uygun mu? Verdiğiniz söze de ters bu” diye. Bundan çok rahatsız olmuşlardı.
KENAN PAŞA’NIN BAŞÖRTÜSÜ FETVALARINA KARŞI ÇIKTIK
Başörtüsü meselesinde de şöyle bir gelişme oldu:
Kenan Paşa, başörtüsü meselesinde, uluorta meseleyi bilmeden görüşlerini seslendirerek lâflar ediyordu.
Bunlardan biri şöyleydi:
“Peygamber Efendimiz baş örtme meselesini, evde, mutfakta emretmiş. Çünkü mutfakta yemek yaparken saç yemeğin içine düşmesin diye orada kapatmayı söylemiş, dışarıda söylememiş. Zaten o zaman bugünkü gibi kuaför de yok. Yani ayna yok, tarak yok...”
Buna benzer ciddiye alınmayacak şeyler söylüyordu. Kendi babasının da hoca olduğunu iddia ediyordu. Hâlbuki babasının tekel idaresinde çalıştığını sonradan öğrenmiştik. İçki imal bölümünde çalışıyormuş; ama namaz kıldığı için ona da “hoca” diyorlarmış. O da bunu, “Ben de biliyorum, ben de hoca oğluyum” diye kullanıyordu.
Biz de o meselelerde onu ciddî tenkit ediyorduk:
“Sizin dinî meselelerde konuşmanız doğru değildir. Bu dinî meselelerde gelişi güzel konuşmamak lâzım. Bunun manevî mesuliyeti vardır. Çünkü bunlar Kur’ânî meselelerdir. Kur’ânî meselelerde gelişi güzel konuşmak caiz değildir” diye yazıyor, uyarıyorduk.
Sözünü ettiğim hususlara değinen makaleleri toplamışlar; önemli buldukları cümlelerin altlarını da çizmişlerdi.