Aslında biz hangi gazete-azıcık da olsa-Risale-i Nur’dan bahsetmiş olsa hemen onu satın alır, lânse ederdik. Zaten, sağ cephede birçok gazeteyi canlandıran, ayağa kaldıran Nur Talebeleri olmuştu. Ön ayak olup onları sattıran, abone olan Nurculardı.
Nur hizmetini daha yakından tanıma ve Türkiye’nin son elli, elli beş yılını Nurculuk perspektifinden değerlendirmeK için...
Zübeyir Ağabeye telefon ettim: “Ağabey, ne yapalım? Uhuvvet’i devam ettirelim mi, kalsın mı burada?” diye sordum.
Zübeyir Ağabey, “Yeter, sen de İstanbul’a gel” dedi. Nitekim de öyle oldu. Orada gazetecilik bitti, 1967’de İttihad çıkana kadar...
Bu konuşmadan sonra ben, İstanbul’a döndüm, hizmete İstanbul’da devam ettim. Nurculukla Mücadele Komitesinin yapmış olduğu yayınlara ve konferanslara kendi imkânlarımızla karşılık veriyorduk. Onların tesirlerini kırmaya çalışıyorduk. Ama bizi ve meselelerimizi savunacak, hücumlara mukabele edecek yayın organımız, gazetemiz yoktu. Zaman zaman başka gazeteleri devreye sokmaya çalışsak da istediğimiz verimi alamıyorduk. Çünkü Nurculuk meselesini benimseyip, bizim yazacağımız yazıları, beyanatları koyma cesaretini gösteremiyorlardı. İşin doğrusu, çekiniyorlardı.
“LAHANA YAPRAĞI” KADAR GAZETE
Bu durum bizi son derece rahatsız ediyordu; çaresizlik hissinin verdiği rahatsızlık. Diyorduk ki: “Lâhana yaprağı kadar da olsa kendi gazetemiz olsa hem Risale-i Nur’un hakikatlerini burada yayınlasak, haykırsak; hem de muarızlarımıza hak ettikleri cevabı verebilsek.” Tabiî bu müthiş bir arzuydu bizim için.
Zübeyir Ağabey bu konuya çok önem verirdi. Zübeyir Ağabeyin ve o zamanki bütün ağabeylerin Nurculuk anlayışı bakımından büyük önem taşıyan aşağıda anlatacağım olay, aynı zamanda bu ihtiyacın bizi ne kadar motive ettiğinin göstergesi idi. Olay şöyle gerçekleşmişti:
Said Özdemir Ağabey, Ankara’da çıkan Medeniyet adında bir günlük gazete ile anlaşmıştı: Gazeteden belli bir miktar satın alma garantisi karşılığında, onlar da Tarihçe-i Hayat’ı tefrika edeceklerdi. Yalnız bir problem vardı: o günün şartlarında Türkiye’de ondan daha pespaye bir gazete düşünülemezdi; o derece müstehcen resim basıyorlardı.
Said Ağabey, ağabeylerle de konuştuktan sonra her tarafa belirli miktarda Medeniyet gazetesi gönderiyordu. Biz de o gazeteyi resmî dairelere, diğer arkadaşlara gönderiyorduk, “Bakın Medeniyet gazetesi bile Risale-i Nur’u neşrediyor” diye. Ama gazeteyi o şekliyle göndermemiz mümkün değildi. Bu yüzden müstehcen resimleri ya uygun bir şeyle kapatıyor ya da boyuyorduk. Tabiî artık herkes mizacının gereğini yerine getirerek... Böylelikle onu sağa sola dağıtırdık.
Gazete ihtiyacının en güzel örneği buydu. Yani, “Müstehcen bir gazete bile Üstadımızdan bahsediyor” diye onu para vererek alıyor ve dağıtıyorduk.
Tam burada şu duygumu herkesle paylaşmak istiyorum:
CEMAATA AİT GAZETE
Şunu anlamakta zorlanıyorum: “Arkadaşlar, yüzde yüz, hepsi Risale-i Nur’a ait, cemaate ait bir gazeteyi nasıl yeteri kadar sahiplenmezler?” Bunun mantığını anlamam mümkün değil. Bunu, hiçbir şekilde izah edemiyorum. Üstelik saldırılar günümüzde daha fazla, daha da şuurlu bir şekilde yapılıyor iken...
O günün şartları içinde “bütünüyle Risale-i Nur’u dava edinmiş bir gazete olacak da, Nurcular tarafından sahiplenilmeyecek” gibi bir durumu düşünmek, böyle bir endişe taşımak mümkün değildi. “Böyle bir gazetemiz olsa, acaba ne kadar kabul görür?” gibi bir tereddüt asla yaşanmazdı ve yaşanmadı da...
Tabiî bunun en büyük sebebinin Zübeyir Ağabeyin varlığı olduğunu biliyorum. Zübeyir Ağabey bir direkti, bir harçtı. O hayatta iken benzer meselelerde biz çok rahattık. Çünkü o bir paratoner gibiydi. Şimşekleri üzerine o çekiyordu. Biz daha rahat hareket edebiliyorduk. Hatta tabiri caizse, Zübeyir Ağabey, Nur Talebelerinin, Hazreti Üstaddan sonra bir Hazret-i Ömer’i gibiydi. Yani onun varlığı fitnelerin fırsat bulup baş kaldırmasına engel olmuştu.
“Hiçbir olay olmadı” denilemez. Ama ortaya çıkanlar büyük çaplı değildi. Mevziî olarak kalıyor ve kolaylıkla bertaraf edilebiliyordu. Çünkü o meselelerin hemen üstüne giderdi. Ağabeyleri hemen çağırır, bilgi alışverişinde bulunur; onları ikna ederdi. Ağabeyler de ona ayrı bir hürmet duyardı.
Bu bakımdan cemaatin durumu o zamanlar böyleydi. Neşriyata böyle sahip çıkıyorduk.
BÜYÜK DOĞU, YENİ İSTİKLAL...
Aslında biz hangi gazete-azıcık da olsa-Risale-i Nur’dan bahsetmiş olsa hemen onu satın alır, lânse ederdik. Zaten, sağ cephede birçok gazeteyi canlandıran, ayağa kaldıran Nur Talebeleri olmuştu. Ön ayak olup onları sattıran, abone olan Nurculardı.
Meselâ, Büyük Doğu gibi, Yeni İstiklâl gibi gazeteler çıkmaya başlayınca, hafızam beni yanıltmıyorsa, onlarla mahkeme kararlarını neşrettirmek için anlaşıyorduk: “Şu kadar gazete alırsanız biz de yayınlarız” diyorlardı. Çünkü aleyhimizde müthiş bir hava vardı. Onu kırmak istiyorduk. Risale-i Nur mahkemede beraat etmişti. Bunu yayınlayacak vasıta yoktu. Bunlarla pazarlık edip, anlaşıyorduk. Dolayısıyla “Siz bu kararı neşrederseniz, biz de şu kadar sizden gazete alır, dağıtırız” diyorduk. Bu gibi fırsatları sık sık kullanıyorduk.
Sonra Cenab-ı Hak yavaş yavaş bazı imkânları verdi.
Tabiî diğer İslâmî gruplara ait basın kuruluşlarının Risale-i Nur gibi bir davayı pazarlık konusu yapması ilk bakışta rahatsız edici bir durumdu. Ama bunu şu örneklerle izah etmek mümkündü:
Meselâ, merhum Necip Fazıl’ı ele alalım. Necip Fazıl başka bir ekolün insanıydı. Mensup olduğu ekol de Üstad’a şiddetle karşıydı, muarızdı. Aynı zamanda Necip Fazıl, kendine göre o zamanın popüler insanıydı. Yani zaten kendisi bir liderdi. Kesintilerle de olsa çıkardığı Büyük Doğu dergisinin, Nurculukla bir ilgisi de yoktu. Dolayısıyla ondan ve dergisinden Risale-i Nur’a, Nurculuk meselesine yardımcı olmasını beklemek, çok gerçekçi olamazdı. Ama tiraj kaygısı taşıdığı için, bizim teklifimizi şarta bağlı olarak kabul ediyordu. Yani, “Siz bu kadar gazete alın, dağıtın, bize yardımcı olun. Biz de bunu yayınlayalım” noktasına geliyordu.
Yeni İstiklâl, Şevket Eygi’nin eline geçmişti. Onun için de aynı mantık söz konusuydu. Zira Şevket Eygi de Nur Talebesi değildi. O da kendine göre İslâmî bir anlayışa sahipti ve kendini cemaatler üstü addediyordu. Her cemaate kucak açarak tirajını arttırmayı istiyordu. Teklifimizi o da, “Tamam, ama Nurculuktan bahsetmek tehlikeli ve riskli bir iş. Evet, bahsedelim, ama bunun bir karşılığı olsun. Üç, beş bin tane alın” diye cevaplıyordu; zaten biz de satın alıp dağıtıyorduk.
Yani, onların ve benzerlerinin, Nur Talebesi olmadıklarından böyle taleplerde bulunmaları o günün şartları içinde normaldi.
Zaten sağ camiada, bu dönemde pek fazla yayın da yoktu. Salih Özcan Ankara’da Hilâl dergisini çıkarıyordu. Bu da Nurculuk açısından değil, daha çok İslâm âlemine dönük, ayda bir çıkan, ilmî yayın yapan bir dergiydi. Yeni İstanbul gazetesi, biraz daha İslâmî kesime yaklaşan yayınlar yapmaya başlamıştı.
Bu gayretlerimiz, Risale-i Nur’un üzerindeki o “yasak” imajını kaldırmaya yönelik ciddî etkiler yapıyordu. Bu etkiler, tabiî zaman içinde, özellikle bugün geldiğimiz noktada daha iyi anlaşılır oldu.
YARIN: İttihad’a Doğru
Fotoğraf: Yeni Asya - Arşiv