Müslüman sayımına gitmek, “Bize rey vermezseniz mesul olursunuz” gibi gayr-ı ciddî ve aynı zamanda uhrevî sorumluluğu gerektiren söz ve uygulamalar içinde olmak son derece yanlıştır.
Nur hizmetini daha yakından tanıma ve Türkiye’nin son elli, elli beş yılını Nurculuk perspektifinden değerlendirmek için
Üstad Hazretleri’nin Demokrat destekçisi ve “din adına siyaset anlayışına karşıt” tutumunu belirleyen sebep- lerden biri de, hem de en önde gelen bir sebep de, “dinin siyasete alet edilemeyeceği” kuralıdır. Ona göre, din umumun mukaddes malıdır. Bir partinin inhisarında, tekelinde olamaz. Böyle bir durumda, büyük çoğunluk dinin karşısına, aleyhine geçer.
Türkiye’de partiler dinî anlayışlarına göre değil, Anayasada belirlenen kurallara göre kurulur. Siyaset, zaten “idare etme sanatı”dır. Dolayısıyla bir “liyakat” meselesidir. Sen o zaman ne yapacaksın? Normal parti olarak çıkarsın. Bünyende daha dindarlar da bulunabilir, o ayrıdır; ama Müslüman sayımına gitmek, “Bize rey vermezseniz mesul olursunuz” gibi gayr-ı ciddî ve aynı zamanda uhrevî sorumluluğu gerektiren söz ve uygulamalar içinde olmak son derece yanlıştır. Bu gibi tutumların, hem yapanlara, hem de ülkeye, özellikle İslâma büyük zarar verdiği yaşanarak görülmüştür.
Siyaset yolunda tarafgirlik ve inat söz konusudur. Kendi yandaşı, hiçbir şart aranmaksızın masumdur. Karşı siyasî görüşü benimseyen, orada yer alan ise, yine hiçbir şart aranmaksızın günahkârdır.
Üstad Hazretleri bunu şu veciz ifadesi ile ortaya koyar:
İnat, bazen müfrit fırka mensuplarına, dalâl ve bâtılı iltizam ettirir. Şeytan birisine yardım etse, “Melek!” der, rahmet okutur. Ötekinde melek görse, “libasını değiştirmiştir” der, lânet eder.
Dine hizmette, İslâmiyet aşkı ve din sevgisi itici güç olmalıdır. Gayretler sadece din için olmalıdır. Oysa siyaset yolu ile hizmet iddiasında itici güç, ister istemez siyasetçilik ve tarafgirlik olacağından tehlike söz konusudur.
Bu tehlike dinin istismarı, dine aleyhtarlık meylinin uyandırılması, mukaddeslerin gözden düşürülmesi gibi doğrudan İslâmiyet ve Müslümanlar aleyhine bir durumun ortaya çıkmasıdır.
Halbuki dine hizmet, insanları dine yönlendirmek, teşvik etmek; onlara dinî görevlerini hatırlatmak ve mukaddesleri sevdirmekle olmalıdır. Siyasetçilik, tarafgirlik ve inat insanlarda ters tepki meydana getirir; onların dine düşman hale gelmesini kolaylaştırır.
Üstad Hazretleri’nin, “Din umumun mukaddes malıdır. İnhisar altına alınamaz” demesinin gerekçeleri kısaca bunlardır. Din, daima hürmet makamında bulunmalıdır.
GÖREV PAYLAŞIMINDA LİYAKAT ESAS OLMALI
Bu konuda da, Ehl-i Sünnet ile Şia arasında ihtilâf vardır.
Şia’da devlet idaresinde söz sahibi olanlar “ayetullah” sıfatı verilen mollalardır, din adamlarıdır. Halbuki Ehl-i Sünnet’te böyle bir gereklilik yoktur. Ehliyet esastır. Yani adam âlim olmayabilir, ama iyi idareci olabilir. Çünkü Asr-ı Saadette Hz. Ebu Bekir Sahabenin en âlimi değildi. Ondan daha âlim Sahabeler de vardı. Hz. Ali bunların başında gelmekteydi, Hz. Ebu Bekir’e tâbi oldu. Çünkü liyakat noktasında, o Sahabenin ileri gelenlerinin kanaati ve tercihi oldu; seçilen oydu. Aday sadece Hz. Ebu Bekir de değildi, başka adaylar da vardı; ama seçmen (Sahabe Efendilerimiz) devlet idaresinde onu daha ehil buldu ve seçti.
Üstelik bu seçimlerde şöyle bir durum da söz konusuydu. Peygamberimiz (asm) hayatta iken kimlerin başa geçmesi gerektiğini açıkça söyleyebilirdi. Ancak öyle yapmadı. Ehil olanın “seçilmesi”ni öngördü. Zira sorumluluk yetkiyi de gerektirmektedir. Seçim, ehil olunduğunu onaylamak ve sorumluluğu omuzlara yüklemekle birlikte, milletin yetki vermesi anlamına da gelmektedir.
Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali de lâyık oldukları için o makama getirildiler. Sonra da onlar işin ehli olduklarını fiilen gösterdiler.
Din namına ortaya çıkanların ise böyle bir hassasiyet taşımadıkları açıkça görülmüştür. Onlara göre, dindarlık, partidaşlık, tarafgir olma “liyakat”ten önde gelmektedir.
Bunu en basitinde tıpta, mühendislikte, tezgâhtarlıkta, herhangi bir konunun ustalığında bu ehliyeti, liyakati daima arıyoruz. Doktor ararken dindarlığına bakmıyor, mütehassıs olup olmadığını dikkate alıyoruz. Adam mütehassıs olduğu zaman, gayrımüslim de olsa; ona muayene olmayı dinimiz men etmiyor. Usta, gayrımüslim de olsa; ona iş yaptırmakta bir beis yok. Avukat aradığınız zaman en iyisini bulmaya uğraşıyoruz. Tezgâhtar aradığımız zaman sadece namaz kılıp kılmadığına değil, becerikli olup olmadığına bakıyoruz. Berberinden terzisine kadar bu ölçüyü kullanıyoruz. Siyasete gelince, devlet idaresinde liyakat aramıyoruz. Sadece diyanet noktasında namazına, sakalına bakıyoruz. İdare işini namaz, sakal yapmıyor ki! Keşke hem dindar, hem de mahir, liyakatli olanlar görevler için yeterli sayıda bulunsa. Ama gerçekte hem mütedeyyin, hem mahir kişi sayısı görevlerin hepsine yetmemekte. O zaman mahir olan tercih edilmelidir.
İdare etme, yönetme; idarecilik, yöneticilik fıtrî bir kabiliyet. Bunu tarihte de apaçık görüyoruz, İslâm tarihinde de... Saltanat olmasına rağmen ne zaman becerikli, vasıflı padişahlar gelmişse, İslâm hâkimiyeti daha parlamış, daha kuvvetlenmiş. Onlardan âlim, din bilgini olmaları beklenmemiş. Ne zaman liyakatsiz oğullar veya kardeşler başa geçmişse; o zaman devlet de, millet de de gerilemiş. Hatta içlerinde, diğerlerine nazaran daha dindar olanlar da mevcutmuş.
Bugün de bakıyoruz İslâm âlemi, pek çok yönden Hıristiyanlık âleminden geri düşmüş. Teknolojide, ekonomide, temel hak ve hürriyetler noktasında geri kalmış. Demek ki siyasette liyakat, fıtrî kabiliyet ve tecrübe seçmenin araması gereken, olmazsa olmaz niteliklerdir, aynı zamanda böyle görevlere talip olunduğunda dikkate alınacak en önemli şahsî özelliklerdir.
YARIN: Dar’ül-Harp meselesi
FOTOĞRAF: YENİ ASYA-ARŞİV