Bediüzzaman Hazretleri, hamallara ve işçilere yaptığı konuşmalarda istibdatın, yani kanunları ve hukuku askıya almanın zulüm olduğunu, halifelik ve devletin kurtuluşu gibi hiçbir gerekçeye sığınılamayacağını izah ediyor.
Asrın mahkemesi, çağların müdafaası: Divan-ı Harb-i Örfî şerhi
Dizi-10-HASAN GÜNEŞ[email protected]
***
Bugün istibdat veya diktatörlük artık kötü ve neredeyse nefret edilen bir kavram haline gelmiştir. Ancak tarih boyunca her zaman aynı şekilde kabul edilmemiştir.
Bir zamanların dünya hâkimi Roma zaman zaman demokrasi ve cumhuriyetle yönetilmişti. Bilindiği gibi Roma kanunları meşhurdur. Uzun süren dünya hâkimiyetlerini demokrasi, cumhuriyet ve kanun devleti olmalarına borçludur denilebilir. Günümüzdekinden önemli bir fark demokrasi sadece merkezde yani Roma şehrinde vardı. Diğerleri köle muamelesi görürdü. Bilindiği gibi sömürge dönemi İngiltere de aynıydı. Demokrasi sadece adada geçerli idi, meclise Hindistan milletvekili gelmezdi. Bu Osmanlı’da mümkün değildi. Mekke’nin seçtiği milletvekilini bir Müslüman olarak nasıl reddedebilirsiniz.
Roma senatosu zaman zaman olağanüstü hallerde bir yöneticiyi diktatör olarak ilân ederdi. Her türlü yetkiyle donatarak krizden kurtulmaya çalışırdı. Roma’nın bekası için meselâ ticaret gemilerine bile el koyan “haydut ve korsan devlet” olabilirdi. Tahmin edileceği gibi diktatörlük seçkinlere değil özellikle Roma dışına uygulanırdı. Ancak iktidar kavgası başlayınca diktatörlüğü ilân eden ve destekleyen Roma’nın kudretli aristokrasisine de sıra gelirdi. Sezar’da olduğu gibi bir Brütüs aranırdı.
Bilindiği gibi diktatörlülükler arttıkça Roma’nın çöküşü hızlanmıştır. Daha sonra bahsi geçecek olan Ferah Tiyatrosu hadisesinde Mizancı Murad’ın verdiği konferansın konusu “Roma’nın çöküşü” idi.
HUKUKU ASKIYA ALMAK ZULÜMDÜR
Bediüzzaman Hazretleri hamallara ve işçilere yaptığı konuşmalarda istibdatın yani kanunları ve hukuku askıya almanın zulüm olduğunu, halifelik ve devletin kurtuluşu gibi hiç bir gerekçeye sığınılamayacağını izah ediyor. Padişahın sınırsız yetkilerle donatılan diktatör ve müstebid olmadığını Peygamberimizin (asm) şeriatını ve adaletini uygulamakla sorumlu bir halife olduğunu ifade ediyor. Şeriata ve kanunlara uymayanın kim olursa olsun haydut olacağını ifade ediyor.
Zannedilenin aksine İslâm’ın ve devletin bekası için zor zamanlarda kanunları askıya almak değil harfiyen uygulamak daha çok gereklidir. Bilindiği gibi Hz. Ali (ra) Hz. Osman’ın (ra) şehid edilmesinden sonra da “adalet-i mahza”yı uygulamış suçluyu suçsuzdan ayırmıştır.
Cehalet ve gazete okumamak
Bediüzzaman Hazretleri hamallara yaptığı konuşmalarda cehalete dikkat çekmiştir. “Bizim üç düşmanımız var, bizi mahvediyor” der.
Birisinin cehalet olduğunu ifade eder: “Kırk bin hamaldan kırk kişinin dahi bu zamanda gazete okuyamaması bunu isbat eder” şeklinde izah eder.
31 Mart hadisesinde dünyadan, Batı’daki sanayi inkilâbından, Osmanlı’daki hürriyet ve meşrûtiyet hareketlerinden haberi olmayan kısaca hiç kitap ve gazete okumayan kesimin rolü çok büyüktür. Tabiri caizse Taşkışla’daki üç-beş çavuşun arkasına takılarak dünyayı değiştirebileceklerini zannetmişler ve kirli bir tezgâhın aleti olmuşlardır.
Bu cehalet, gazete ve kitap okumamak İslâm dünyasında ve az gelişmiş ülkelerde en önemli problemlerden olmaya devam ediyor. Okumamak ya da belirli mihrakların kontrolündeki gazete ve yayınlardan alınan bilgiler birçok kargaşaya sebep olmuştur. Şer kuvvetler cehaletten istifade ederek az bir kuvvetle hâkimiyetlerini devam ettirmişlerdir.
HakikÎ kardeşle ele ele vermek
Bilindiği gibi Osmanlı münevverlerinde özellikle ağırlıklı unsur Türklerde, hem Osmanlı’yı çöküşten kurtarmak hem de İslâm dünyasının sanayi, teknoloji ve refah seviyesinde Batı’yı yakalaması için ciddî bir gayret vardı. Aynı şekilde Kürt ve Arapları da çağı yakalamaları için teşvik ediyorlardı.
Şüphesiz bunların içinde tamamen Batılılaşmayı isteyen bir azınlık da vardı. İddiaların aksine hürriyetçilerin önemli bir ekseriyeti vatansever, millî örf ve adetlere bağlı insanlardı. Ancak hürriyetçilerin dinden uzaklaştığı hepsinin Türkçü ve Turancı olduğu şeklinde yoğun bir propaganda mevcuttu. Bediüzzaman Said Nursî bu iddiaları reddederek hürriyet ve meşrûtiyet hareketleriyle “bizi terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle el ele vereceğiz” şeklinde ifade etmiştir.
Ayrıca komşumuz Ermenilerle de husûmet ve düşmanlığın da manasının olmadığını ifade ediyor. Onların ileri olduğu çalışma, birlik, dayanışma ve eğitim seferberliği konularında rekabet ile tembellik ve cehalet uykusundan uyanmak ve terakki etmek mümkün olduğunu izah ediyor.
Meşrûtiyeti şeriat namına alkışladım
Dördüncü Cinayet: Avrupa, bizdeki cehâlet ve taassup müsaâdesiyle, şeriatı hâşâ ve kellâ-istibdata müsait zannettiklerinden, nihâyet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için, Meşrûtiyeti herkesten ziyade şeriat nâmına alkışladım. Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder, diye ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camii’nde meb’usana hitaben feryat ettim.
Ve söyledim ki: Meşrûtiyeti, meşrûiyet ünvanı ile telâkki ve telkin ediniz.
Bediüzzaman’a zurefâdan biri bir gün, irfaniyle mütenâsib bir esvab giymesi lüzumundan bahseder. Müşarü’n-ileyh de: “Siz, Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz, hem onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise, bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum, onun için yalnız memleketimin maddî ve manevî mamulâtını giyiyorum” buyurmuştur.
Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı Şeriatla takyid ediniz. Zira câhil efrat ve avâm-ı nas; kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adâlet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki, namaz sahih ola. Zira hakaik-ı Meşrûtiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dâvâ ettim. Ben ki, bir âdi talebeyim. Ulemaya farz olan bir vazifeyi omuzuma aldım, demek cinayet ettim ki, bu tokadı yedim.
Meşrûtiyet ve dört mezhep
Avrupa Şeriatı istibdada müsait zannediyordu. Bizdeki cehalet ve taassup bu zanna kuvvet veriyordu. Avrupa, Müslümanları güya şeri bir istibdatla suçluyordu. Bediüzzaman Hazretleri başka bir istibdadı hissetmiş ve ona karşı mebusları yani milletvekillerini ikaz etmişti. Tehlikeyi o kadar güçlü hissetmiş ki “feryat ettim” diyor. Anayasanın askıya alındığı dindar görünümlü eski sisteme tepki olarak “dinsiz bir istibdattan” endişe ediyordu. Mebuslardan meşrûtiyete şeriat namına sahip çıkmalarını ısrarla talep etmiştir. Asya’da din hâkim olduğu için meşrûtiyet ancak dinî bir temel ile halkta makes bulabilirdi. Meşrûtiyete İslâm adına sahip çıkılması halkın desteğini alacaktı ve dinsiz istibdadın önü kesilecekti. Maalesef Bediüzzaman Said Nursî endişelerinde haklı çıktı. Bu endişelerini mahkemede tekrarlaması da çok önemlidir.
MEŞRÛTİYET TANIMI
Meşrûtiyet, yöneticilerin uyacağı kuralların yanında halkın da uyması gereken kurallar ve kanunlar manzumesidir. Hürriyetin sınırlarının şeriat adabı ile çizilmesi halkın kanunlara uymasını kolaylaştıracaktır. Devletin görmediği yerlerde de Allah korkusu tamamlayıcı olacaktır. Namazda kıble nasıl vazgeçilmez ise, adalette dört mezhepten çıkarılan hükümler doğru istikameti belirler ve vazgeçilmezdir. Gizli ve açık her şeyi gören ve bilen Âlemlerin Rabbini hatırlatan hükümlerin tesiri büyüktür.
Bediüzzaman Hazretleri meşrûtiyetin esaslarının dört mezhepte açık, gizli ve izin şeklinde mevcut olduğunu iddia ettiğini ifade ediyor. Mezhep imamlarının Kur’ân ve Sünnetten istihraç ettikleri muazzam hüküm ve kaideler İslâm’ın ibadetten, devlet idaresine kadar kanunlar ve kurallar dini olduğunu göstermiştir.
Bediüzzaman Hazretleri başka bir makalesinde Mecelle’yi de buna delil olarak zikreder. Gerçekten de hiçbir dinde olmayan en ince detayları içine alan hüküm ve kaidelerin olduğu bir dinin mensuplarını ve üç kıt’aya hükmeden devletlerini anayasasız, hürriyetsiz bir şekilde sınırsız yetkileri olan bir tek yöneticiye iyi niyetine güvenerek bırakmak ne kadar garip.
GAZETEDE MAKALELER NEŞREDER
Beşinci Cinayet: Gazeteler iki kıyas-ı fâsid cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyat ile ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umumîyeyi perişan ettiler. Ben de gazetelerle, onları reddeden makaleler neşrettim. Dedim ki: Ey gazeteciler! Edipler edeplí olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalı. Ve onlann sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı.
Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki, siz iki kıyâs-ı fâsidle, yâni taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek etkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz. Ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira; elif bâ okumayan çocuğa felsefe-i tabîiye dersi verilmez. Ve erkeğe tiyatrocu kadının libâsı yakışmaz: Ve Avrupa’nın hissiyatı, İstanbul’da tatbik olunmaz. Akvâmın ihtilâfı, mekânların ve aktârın tehâlüfü, zamanların ve asırların ihtilâfı gibidir. Birisinin libası, ötekinin endamına gelmez.
Demek Fransız Büyük İhtilâli, bize tamamen hareket düsturu olamaz. Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve muktezâ-yı hali düşünmemekten çıkar.
Ben ki ümmî bir köylüyüm, böyle cerbezeli ve mugalâtalı ve ağrâzlı muharrirlere nasihat ettim; demek cinayet işledim.
DEVAM EDECEK...