Konseyden önce MİT'te çalışan bir albayı, sonra MİT'in İstanbul şefini gönderip “Bizimle çalışırsanız, biz de bütün devlet imkânlarını emrinize tahsis ederiz” mesajı ilettiler. Reddettim. Sonra bizi ikiye böldüler: 12 Eylül taraftarı, aleyhtarı diye...
Nur hizmetini daha yakından tanıma ve Türkiye’nin son elli, elli beş yılını Nurculuk perspektifinden değerlendirmek için...
KONSEYDEN BİZE DE GELDİLER
Benzer bazı teklifler bize de gelmişti. Beni tercih etmeleri mantıklıydı. Çünkü ben vitrinde olan kişiydim. Onlara göre, beni ikna ettikleri takdirde Nur cemaatini yönlendirmeleri daha kolay olacaktı.
İki ikna girişiminde bulundular, ikisinde de elleri boş döndüler.
İlki, 12 Eylül’den kısa bir süre sonraydı, sanırım 1981’in Şubatı idi.
İkincisi, Orhan Bey ve Kırkıncı Hocalarla aramız açıldıktan sonra gerçekleşti.
İlk defasında, bir tanıdık telefon etti, “MİT’te çalışan albay bir dostum var. Bu arkadaş gelip sizi ziyaret etmek, görüşmek istiyor” dedi.
“Peki, gelsin!” dedim. Birlikte işyerine geldiler. Evde konuşmayı teklif ettim.
O zat, “Yok, sizin ev pek uygun değil, salim değildir. Daha değişik bir yere gidelim” dedi. Bir arabaya bindik. Boğaz tarafına gittik.
Önce bizi biraz methetmeye başladı: “Siz şöyle vatanperver insanlarsınız. Böyle iyi insanlarsınız” benzeri şeyler söyledi.
Medih faslından sonra, “Beni Konsey gönderdi. Sizinle beraber çalışmak istiyoruz. Bizimle çalışırsanız, biz de bütün devlet imkânlarını emrinize tahsis ederiz ve size her hususta yardımcı oluruz” dedi.
Çalışma şartlarını şöyle sıraladı:
“Evvelâ, şu Beyazıt’ta yaptığınız yüz elli, iki yüz kişilik derslerinizi kaldırmalı, tatil etmelisiniz.
“İkinci olarak; biliyorsunuz bizim paşalarımız Atatürk noktasında çok hassastırlar. Siz de Atatürk’ün aleyhinde konuşmalar yapıyorsunuz. Atatürk aleyhindeki konuşmaları bırakmanızı, kaldırmanızı istiyoruz.
“Üçüncü bir isteğimiz de şu: Yurtdışındaki Süleymancı ve MillîGörüşçü gruplara karşı beraber çalışalım.”
Sözünü bitirdiği anlaşılıyordu. Cevaben şunları söyledim: “Bir: Biz derslerimizi kaldırmayız, kaldıramayız. Okuduğumuz eserler Kur’ân tefsiridir. Siz bizi gelir, yakalar, götürürsünüz. Biz çıktığımız zaman yine kaldığımız yerden başlarız.”
Zira ihtilâl şartlarına rağmen, biz derslere devam ediyorduk. Konsey bunlardan rahatsız oluyordu. Bütün resmî ve gayrı resmî dernek, vakıf, cemiyetlerin toplantıları, hepsi askıya alınmış, yasaklanmıştı. Fakat biz bu yasağı dinlemiyorduk.
“İki: Biz Atatürkçülük ve Kemalizme karşıyız ve karşı olmaya devam edeceğiz. Üstadımıza ve bize reva görülen zulüm ve haksızlıkların Atatürkçülük ve Kemalizm adına yapıldığına inanıyoruz.
“Üç: Siz onlara dindar oldukları için karşısınız ve kızıyorsunuz. Onlar ise bizim Müslüman kardeşlerimizdir. Kendimizi onlara karşı, size kullandırtmayız.”
Bu kesin ifadelerime rağmen, üstelemeye devam etti:
“Hemen reddetmeyin. Biraz düşünün! Bakın bir teklif daha yapıyorum: Bizimle çalışırsanız, Risale-i Nurlar’ı bütün cezaevlerine koyarız!” dedi.
“Devletin elinin girdiği hiçbir işten hayır gelmez” diyerek son noktayı koydum. Hemen kalkıp gitti.
Bu olaydan 6-7 ay sonra, Kırkıncı Hocalarla malûm olaylar başladı.
Tam o hengâmda, biri bana geldi ve “Mehmet Bey sizinle görüşebilir miyim?” dedi. Vakit olarak da zannediyorum
Pazar günü ikindi vaktiydi. Aslında ben evde pek olmam. Evde olduğum bir zamandı.
“Buyurun!” dedim.
“Sizinle görüşmek istiyorum.”
“Neyi görüşmek istiyorsunuz?” dedim. Bana hüviyetini gösterdi.
“Ben İstanbul MİT şefiyim. Konsey tarafından gönderildim. Sizinle görüşmek istiyorum.”
Tabiî ben böyle şeylere sinirlenirim. “MİT’tenim” deyince, “Arkadaşım, ne söyleyeceksen söyle!” dedim. Onlar biraz daha rahat adam oluyorlar. Ona göre yetişmiş, pişkin...
“Yahu Mehmet Bey, içeriye dâvet et, bir çay içelim, içeride konuşalım.”
“Peki, gel!” dedim. İçeri geçtik. Meseleye girdi:
“Beni Konsey gönderdi. Daha önce bir arkadaşımız size bazı tekliflerle gelmiş ve anlaşma teklif etmiş. Onlara ilâve, size bir teklif daha: Kırkıncı Hoca ve Orhan Beyle aranızdaki ihtilâfta, eğer bizimle çalışırsanız sizi destekleyeceğiz.”
Zaten beni sinirlendirmişti.
Sert ve kesin bir tavırla, “Elinizi içimizden çekin yeter! Onlar bizim dâvâ arkadaşlarımız; aramızdaki meseleleri biz hallederiz” dedim. Kalktı ve gitti.
BİZİ İKİYE BÖLDÜ
Bir müddet sonra bizi ikiye böldüler: 12 Eylül taraftarı, aleyhtarı diye...
Anlaşılan bana gelenler, sonradan onlara da gitmişler, beraber çalışmayı teklif etmişlerdi. Hoca, gerek hatıratında yer alan bilgilere, gerekse bazı arkadaşlarımıza (başta Ali Ferşadoğlu) yaptığı açıklamalara göre, sıkıştırılınca istihbaratla “birlikte olmayı yeğlemiş,” beraber çalışmayı kabul etmişti.
O grubun, Risale-i Nur’u ve Risale-i Nur’un M. Kemal'le alâkalı yerlerini, belirli bir süre derslerinde okutmadığı bir vakıadır.
İşte benzeri görüşmelerin sonucudur bu tip davranışlar.
İstihbarat, zaman zaman telkinlerini çok çeşitli kanallar kullanarak dayatmak ister. Bu şekilde direkt ve resmen bağlantı olayı nadiren olur. Takip ettikleri olayın, kendileri açısından önem derecesine göre böyle bir yolu tercih ederler. Bunun haricinde telkinler, farkına varılamayacak kadar dolaylı yollardan gelebilir. Bunu zaman zaman insan ister istemez sezmektedir.
Zübeyir Ağabeyin Üstaddan, bu konuda uyanık olmamız bakımından aktardığı anekdotlar mevcuttu. Şu mealdeydi:
Üstad zaman zaman, bir teklif veya bir telkin -talebeleri tarafından bile olsa- söylendiğinde, “Alâküllihal, bunda bir mason parmağı var” diye tepki gösterirmiş. Zübeyir Ağabey de bu işe şaşarmış. Sonradan düşününce, o fikrin temelinde Üstadın meslek ve meşrebine zıt hususların varlığını anlar ve Üstada hak verirmiş.
Fotoğraf: Yeni Asya - Arşiv