"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Bütün ihtilâller Atatürkçülük adına yapıldı

29 Ağustos 2018, Çarşamba 00:32
Üç ihtilâl (1960, 1971, 1980) ve bir postmodern darbe (28 Şubat), “Atatürk ilke ve inkılâplarından uzaklaşıldığı, İslâmın gelişmesine müsamaha ile bakıldığı” için yapılmıştır.

Nur hizmetini daha yakından tanıma ve Türkiye’nin son elli, elli beş yılını Nurculuk perspektifinden değerlendirmek için

İşte demokrasi,  insanoğlunun  bu esaslar bakımından Kur’ân’ın tanımlarına en yakın olduğu noktanın ismidir. Üstad Hazretleri aradaki farklılıkları Kur’ânî  çizgiye göre gidererek, tam hürriyeti sağlayacak idare biçimini “meşrûtiyet-i meşrûa, meşrûtiyet-i şer’iye” kavramları ile ifade etmiştir. Hürriyetin tanımındaki fark bu konuya iyi bir örnektir:

Kaynağını, Batı medeniyetini oluşturan esaslardan alan demokrasi, hürriyeti, “başkasına zarar verilmediği sürece insanın tamamen serbest olması” şeklinde tanımlamaktadır. Oysa Kur’ân, tam serbestliği, “ne başkasına, ne de nefsine zarar vermemek” şartı ile ortaya koymaktadır. Çünkü nefis de insanın kendine ait değildir. Yani bizi Allah yaratmıştır. Nasıl kullanacağımızı da Rabbimiz söylemiştir. Onun için İslâmda intihara müsaade ve cevaz yoktur. Günahlar da nefsin ahirette azaba düçar olmasına sebep  olacağından, “İnsan, günah  işleme hürriyetine sahiptir” denilemez. Dolayısıyla Üstad bunun gibi İslâmın anladığı, Kur’ân’ın kabul ettiği meşrûtiyeti ortaya koyuyor.

1920’den sonra dizgini eline geçiren o mütegallibe, diktatör ve dine karşı  ittihatçıların bozuk kısmının hâkimiyeti bütün devlet güçlerini dinin ve dindarların üzerine sevk etmişti.

Âdeta “Allah” demenin yasak olduğu dönemleri yaşatmıştı.

MEDYA DA BU ORGANİZASYONDA YERİNİ ALMIŞTI

İmanî ve dinî meseleleri de tahrip etmek için bütün devlet güçlerini kullanmıştı. Buna göre bir nesil yetiştirmiş ve kendilerinin inkılâp ve devrim dedikleri şeyleri korumak için orduyu başına dikmiş ve anayasal kuruluşları, devlet mekanizmasını, aynı düşüncedeki  insanların eline vermişlerdi. Tabiî ki şakşakçı medya da bu organizasyonda yerini almıştı. Çünkü varlıklarını bu yapıya  borçlu olmaları bir yana, zaten onlar da mukaddeslere karşı bir tavır içindeydi.

Dolayısıyla Türkiye’de dini tamamen imha ettiklerini sanmışlardı. Müslümanların, bu hususta kafalarını bozduklarını, inançlarını izale ettiklerini, azimlerini kırdıklarını veya artık gerçek manasıyla İslâmiyetin bu memlekette dirilemeyeceğini, yerleşemeyeceğini, ihya olamayacağını hesap etmişlerdi. İslâmiyeti ve Müslümanları komaya sokmuşlar, öldü kabul etmişlerdi.

“Koma” halindeki bir İslâmiyetin,  ölmesinden daha fazla işe yarayacağı  hesabını yaptıkları  için tamamen yok etmeye yönelmemişlerdi. Kontrol  altında, vicdanlara hapsolmuş bir iman, bir inanç zamanı gelince işlerine yarayabilirdi: vergi alırken, askerlik görevi söz konusu olduğunda...

DİNÎ İHTİYAÇLARIN KARŞILANMASI 

1940’lara gelindiğinde,  iman, inanç meselesinin öyle kolaylıkla sökülüp atılacak bir şey  olmadığı anlaşıldı. Bununla birlikte halkın dinî ihtiyaçlarının karşılanma gerekliliği yönetimi ciddî sıkıntılara soktu. Konuları  bilen insan kalmadığı için cenazelerin defnedilemediği kendi milletvekilleri tarafından dile getirilir olmuştu. Din adamı yetiştirmek için kurslar açıldı. Bir takım hakların, dinî hürriyetler açısından verilmesi gündeme geldi.

TÜRKİYE, DESTEĞE İHTİYAÇ DUYUYORDU

Bu ihtiyaçların ortaya çıkışı, değişen dünya şartları ile aynı döneme rastlamıştı. NATO ve Birleşmiş Milletler gibi küresel kuruluşlar oluşturulmuştu. Bu arada Rusya, Ardahan, Kars ve boğazlara göz dikmişti. Türkiye’nin bu tehdidi def edecek gücü yoktu. Türkiye, NATO ve Birleşmiş Milletler gibi çok uluslu kuruluşların desteğine ihtiyaç duymaktaydı. Onlar  ise, “Evet; aramıza katılabilirsiniz, ama böyle tek partili bir yönetim olarak alamayız. Çünkü o tek partili idareleri, ancak Rusya kabul ediyor”  diyorlardı. Yani çok partili yönetimler bir blok oluşturmuş, Rusya gibi tek partili despotik ülkeler ayrı bir blok olarak karşı  karşıya gelmişti. Onların bizi kabul edebilmesi, Türkiye’nin de çok partili devreye geçmesini şart koşuyordu. Bugün de Avrupa Birliği diyor ki: “Siz daha demokratlaşmadınız.” Bunları bugün nasıl söylüyorlarsa, işte o zaman da öyle söylüyorlardı. Böylece yönetim, çok partili devreye geçiş zemini için zorlanıyordu.

1950’lere geliş sürecinde yaşanan hürriyetlerin, kısmen de olsa iyileştirilmesinde en büyük etken, halkın inancını, umulanın ve istenenin aksine kaybetmemesi ve bu dış gelişmelerin baskısı olmuştur. Halbuki yapılan  propaganda bunun tam tersidir. Bu hürriyetlerin İnönü tarafından “bahşedildiği” söylenmektedir. Yani geçmiş 27 senenin zulüm ve baskısı perdelenmeye çalışılmaktadır. Müslümanlar bir nefes aldıysa; bu rahatlama çok partili döneme geçildikten, Demokratlar iktidara geldikten sonra olmuştur.

BUGÜN DE RAZI DEĞİLLER

“Halk için halka  rağmen”ci despot  anlayış, İslâmî gelişmeye asla razı değildi; bugün de hâlâ razı değildir. En büyük tehlikenin İslâmiyet, şeriat ve irtica olduğunu açıkça söylemektedirler. Üç ihtilâl (1960, 1971, 1980) ve bir postmodern darbe (28 Şubat), “Atatürk ilke ve inkılâplarından uzaklaşıldığı, İslâmın gelişmesine müsamaha ile bakıldığı” için yapılmıştır. Bu gerçek, darbecilerin açıklamaları ile sabittir.

Demokratlara, demokrat düşünceye sahip insanlara, dine ve dindarlara müsamahakâr davrandıkları için, darbe yapan çevreler, mihraklar, elbette din namına bir partiye kesinlikle müsamaha ile bakmazlar. Türkiye şartlarında bu mümkün değildir. Din namına siyaset yapanların, ülke yönetiminde birazcık söz sahibi olduklarında takındıkları tavır, bu iddiayı doğrulamaktadır. Bu insanların, azıcık bir hücum olduğunda sür’atle Anıtkabir’e koştukları, “Atatürk yaşasaydı; o da bizim partimize girerdi” demeleri bu tavra iyi bir örnektir.

Şimdi bunlara sormak gerekmektedir: “İyi de Atatürk niye senin partine girsin? O senin inandığın, düşündüğün fikrin karşısındaydı. Bunun mantığı var mı?” Bu zihniyet, o devreye, yani cumhuriyetin ilk senelerine zaten hiç toz kondurmamaktadır. Elli senelik Demokrat idaresine yüklenir, ama Atatürk’ün idare ettiği döneme en ufak bir tenkit getirememektedir. Bunun sebebi açıktır: Çünkü korku dağları beklemektedir.

MENFAAT SÖZ KONUSU DEĞİLDİR

Dolayısıyla Üstad Hazretleri’nin, Nur Talebeleri’nin “siyaset” anlayışlarının ne kadar önemli olduğu görünmektedir. Ayrıca, Üstadın “siyaset” meselesine bakışında ön plana çıkan unsurların ne kadar yüksek değerler olduğu anlaşılmaktadır. Yani, onun gerek ülke, gerekse İslâm âlemi ve dünyaya yönelik siyaset anlayışında şahsî, ırkî, bölgesel veya herhangi bir dünyevî istek, menfaat söz konusu değildir. Onun anlayışı Kur’ânî esaslara dayalı, gerçekçi, tüm ilgilileri kucaklayan bir bütünlük arz etmektedir.

YARIN: Din herkesin malıdır

FOTOĞRAF: YENİ ASYA-ARŞİV

Okunma Sayısı: 3482
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Abdullah

    29.8.2018 16:00:08

    Yillardir dine ve dindarlarz yapilan ayrimcilik, asagilama, baski ve zulumler yalanmis gibi, basortulu cocuklarimizi eyitim haklarindan, mahrum etmelerinden, kuran kurslarina, i. hatiplere mudahaleden, sokaklarda insan toplamalara, her turlu cinayet ve ihaneti dindarlara yikma cabalarina, 28 subatlardan, ikide bir siyasete, millete ultimatom vermelerinden, tanklari yurutmelerine kadar hepsi yalanmis gibi, birde " kumpas nasil yapilir gosterecegiz " gibi ifadelerle kahraman kesiliyorlar...Çikarlari icin her turlu melaneti mesru goren bir yapi var..

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı