AKP, demokrat olsaydı Risale-i Nur neşriyatını keyfî müdahalelerle engelleyip devlet tekeline alarak yeni bir fitneyi ateşlemezdi.
Mağduriyetten mağruriyete
Yıllarca birlikte yürüdükleri Erbakan’la yollarını 28 Şubat’ta ayırarak AYM’nin RP’den sonra FP’yi de kapatmasının akabinde SP’ye katılmayıp AKP’yi kuran kadrolar, partiyi kurduklarının ertesi yıl yapılan 2002 seçiminde tek başına iktidara geldiler.
Yüzde 34 oyla Meclisteki sandalyelerin yüzde 65’ini alırken, neredeyse anayasayı tek başına değiştirecekleri bir çoğunluğu elde ettiler. Hattâ bir ara Meclis içi transferlerle bu sayıyı dahi yakaladılar, ama değiştir(e)mediler.
Yaklaşık beş yıl sonraki 2007 seçimi, cumhurbaşkanı seçiminin 367 kriziyle AYM engeline takıldığı bir ortamda gerçekleşti ve AKP o seçimde oylarını yüzde 46’nın üstüne çıkardı.
Bunda, halkın oylarıyla seçilmiş bir iktidarın antidemokratik yollarla engellenmek istenmesine duyulan yoğun tepki çok etkili oldu.
Bu engellerin 2008’de AKP hakkında açılan kapatma dâvâsıyla zirveye ulaşması, partiye verilen bu halk desteğinin daha da güçlenerek devam etmesini netice verdi.
2010’da mini anayasa paketi için yapılan referandumdan çıkan yüzde 58 “evet” ve ardından 2011 seçiminde AKP’nin aldığı yüzde 50’ye yakın oy bunun ifadeleriydi.
Üçüncü iktidar döneminde AKP “devlet” kaynaklı bir engellemeyle karşılaşmadı, çünkü devlete ciddî anlamda hâkim oldu.
Cumhurbaşkanlığını aldı. Emniyet, istihbarat, asker, yargı, üniversite ve bürokrasi üzerindeki etkinliğini pekiştirdi. Halkın oylarıyla elde ettiği Meclis gücünü tek parti iktidarının ve “reis”in emrine verdi.
Daha önce hiçbir iktidarın yapamadığı ölçüde bir medya yapılanmasını da başardı.
Böylece “mağduriyet” dönemi bitti.
Ama bu defa yeni “düşman”lar icad edip, mağduriyet söylemini onlar üzerine bina ederek sürdürdü. Gezi olaylarını da, terörü de, kendisine yönelik eleştirileri de hep bu mantıkla okuyup o şekilde takdim etti.
“Paralel yapı” heyulâsını icad ederek her taşın altında onun elini aramaya başladı.
Öncesinde devlet kaynaklı engellere karşı millî iradeyi savunma konumunda görünürken, şimdi devletle iyice bütünleşmiş bir iktidar olarak muhalif kesimlere karşı giderek daha da hazımsız ve sert bir tavır sergiliyor.
Mağduriyetten mağruriyete geçişte iktidar hırsını güya böyle kamufle eden bir tavır...
AKP, demokrat olsaydı...
AKP hükümeti Üstadın tarif ettiği ve temel ölçülerini verdiği demok- ratlık manasına uygun olsaydı...
Dinî değerleri siyasî polemiklerin konusu ve malzemesi yapmaz ve yaptırmazdı.
Bütün Müslümanların ortak kitabı olan Kur’ân üzerinden dahi ayrıştırıcı, dışlayıcı ve ötekileştirici söylemler kullanmazdı.
Dini kendisine ve siyasî taraftarlarına has gösteren tekelci bir tavır sergileyerek, dine zaten mesafeli duran kesimlerde dine aleyhtarlık meylini iyice güçlendirmezdi.
Onlara “Dindarlık buysa benim o din ve dindarlıkla asla işim olmaz” dedirtmezdi.
İmam hatipli öğrenci sayısını 1 milyon 200’e çıkarmadan önce, vasıflı öğretmen kadroları yetiştirmenin tedbirlerini alırdı.
İmam hatip öğrencileri arasında namaz kılma oranının yüzde 13’e, okullardaki Kur’ân derslerine katılımın bir yılda yüzde 60’tan 30’a düşmesine meydan vermeyecek bir özen ve duyarlılık ortaya koyardı.
Cemaatleri siyasallaşmaya teşvik edecek tavır ve yaklaşımlardan uzak dururdu.
Risale-i Nur neşriyatını keyfî müdahalelerle engellemez; devlet tekeline almaz; Nur cemaatleri arasında yeni bir ihtilâf ve ayrıştırma fitnesinin fitilini ateşlemezdi.
Hukuk ve adaletten şaşmaz; yargıyı kendi amaçları istikametinde yapılandırıp yönlendirerek hukuksuzluğa alet etmek gibi tavır ve davranışları aklından dahi geçirmezdi.
Darbe ürünü ve haksız rekabete dayalı bir sistemle iktidar olmayı ve bu iktidarı sürdürmeyi içine sindiremez; seçim yarışının âdil ve eşit şartlarda yapılmasını sağlayacak düzenlemeleri gerçekleştirirdi.
Önde gelen mensuplarıyla ilgili yolsuzluk iddialarını örtbas etmeye çalışmaz, tam tersine hukuk ve şeffaflık ölçüleri içerisinde aydınlatılması ve sübut bulmaları halinde hesabının sorulması için herkesten çok daha fazla gayret gösterirdi.
Ülkeyi olabildiğince geniş tabana yayılan bir ortak akıl ve istişare sistemiyle yönetir; muhalif görüşleri susturmaya çalışmayıp tam tersine eleştirilere önem ve değer verir; onlardan istifadeyi esas alır; düşünce, ifade ve basın hürriyetlerini kısıtlamazdı.
Kendi öncü ve kurucu kadrolarını dahi biçen ve tasfiye eden bir çarkı işletmezdi.
Daha sayalım mı?
28 Şubat’ı sollayan zulümler
Cumhuriyet adı altında kurulan tek parti ve tek adam rejiminde istiklâl; 27 Mayıs’ta Yassıada; 12 Mart ve 12 Eylül’de sıkıyönetim; yine 12 Eylül’de ve 28 Şubat’ta devlet güvenlik mahkemeleri, konjonktürel hukukun özellikle resmî ideoloji baskısıyla yargıyı nasıl şirazeden çıkardığının örnekleri.
Yargının varlık sebebi olan adaleti sağlamak yerine ne gibi zulümler irtikap edildiğinin de.
Yakın dönemdeki 28 Şubat sürecinde yaşananlardan Yeni Asya olarak muhatap olduklarımız, “İttihad’dan Yeni Asya’ya Risale-i Nur’un Medyadaki Dili” kitabımızda detaylarıyla anlatılıyor.
Gazetemiz imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular başta olmak üzere Yeni Asya mensupları hakkında DGM’ler tarafından verilen ve Yargıtay’ca onanan mahkûmiyet kararları, hukuk ve adaletin ideolojik saplantılara nasıl kurban edildiğinin talihsiz örnekleriydi.
İpe sapa gelmez gerekçelere dayandırılan bu kararlar askerî vesayet memurlarının her aşamadaki çok sıkı ve yakın takip ve markajıyla aldırılıp onaylatılıyor; savunmalarımız ise hiçbir şekilde dikkate alınmıyordu.
Ama o dönemde bile hâkim, savcı ve avukatların toptan tasfiye edilerek tutuklanması gibi bir hadise söz konusu değildi.
Yargılamaların tutuklu yapılması da.
Bu yönüyle bakıldığında, 20 Temmuz sürecinde yaşananlar, önceki dönemlerin hiçbirinde görülmemiş anormallikler içeriyor. Aralarında yüksek yargı mensuplarının da bulunduğu beş bine yakın hâkim ve savcı ile çok sayıda avukatın derdest edilip içeri tıkıldığı, böylece hâkim güvencesi ve savunma hakkı gibi en temel kuralların da çiğnendiği bir süreç.
Görevdeki savcı ve hâkimlerin, açığa alınma, ihraç edilme, hattâ tutuklanma korkusuyla, inanmadıkları tutuklama kararlarına imza atmak zorunda kaldıkları; ama kimi örneklerde bu imzaya rağmen aynı âkıbete uğramaktan kurtulamadıkları; suçlanan insanların kendilerini savunacak avukat bulamadıkları; astronomik rakamlar konuşulan bir avukatlık “borsa”sının oluştuğu bir olağanüstü hal.
Bu işleyişin ürettiği, benzeri görülmemiş boyut ve yaygınlıkta vahim mağduriyetler.
Bu korkunç enkazın vebali çok ağır.
YARIN: Bu dönemde olanlar CHP iktidarında yaşansaydı...