12 Eylül’de İslâmî grupların desteğini almak için başta tehdit, korkutma gibi usuller olmak üzere her türlü taktik kullanıldı. Bunlar bizim gruplarımız üzerinde de etkili oldu. Nur Talebelerine en büyük darbe bu ihtilâlden sonra vuruldu.
Nur hizmetini daha yakından tanıma ve Türkiye’nin son elli, elli beş yılını Nurculuk perspektifinden değerlendirmek için...
Aslında, bizi de bu olayların içine çekmek için, kendilerine benzetmek için çok uğraştılar; ama biz bu noktada itidalimizi koruduk. Bir şey yapmadık. Büyük veballere girmedik. Gözyaşlarına sebep olmadık.
O dönem kadar geniş ve yaygın anarşi içinde, biz geniş bir cemaat olmamıza, üniversitelerde o kadar talebemiz olmasına rağmen yer almadık ve o dönemi en az zararla geçirdik.
Çünkü olaya biz gerçekçi yaklaştık. Silâha ve şiddete karşıydık. Fikir mücadelesinden yanaydık.
Ülkücü devrimci kavgasında, “Ne sizi, ne de sizi tasvip ediyoruz. Ne sizden, ne de sizden yanayız” anlayışıyla, her iki tarafın da şiddet yanlısı tutumlarına pirim vermedik. Hiç birini savunmadık. Sol, bu samimiyetimize karşı bize zarar verici bir tavır takınmadı. Ama MHP’liler bizi bir hayli rahatsız ve tahrik etti. Biz onlara da kapılmadık.
1980 İhtilâlinde, geçmiş her iki ihtilâlden de tecrübe edinen ihtilâlciler, farklı taktik ve usuller kullandılar. 1960’da CHP+ordu iktidar formülü işletildi. Demokrat Partiye karşı yapıldı ihtilâl. Yani bir egemen grup silâhı yanına alarak diğerini ezdi. Bu arada halkın büyük bir kesimi de alenen ezildi: Demokrat Partiyi destekleyen kesimler, liberaller, dindarlar, Alevîler, ılımlılar... Kısaca Atatürkçü ve Kemalist olmayan her fikir. O dönemde ırkçılar ve halkçılar orduyla beraber olup halka karşı bir ihtilâl yaptılar. Bu açık bir şekilde ortadaydı. Anayasa oylamasında, her türlü yanıltma ve manipüle etme gayretlerine rağmen ancak yüzde altmış beşlik bir destek bulmuşlardı halk tarafından. Gerekçe, “Devrimler elden gidiyor, şeriat hortlatılıyor, dine ve dindara taviz veriliyor” söylemleriyle açıklanıyordu.
12 Mart Muhtırasında da aynı gerekçelerle yine ordu ve sol kesim el ele vererek hareket ettiler. Yine Demirel Hükümetine karşı suçlamalarda, “din ve dindarlara taviz” ilk sırada yer alıyordu. Dolayısıyla halkın çoğunluğuna karşı yine açık bir cephe alış vardı.
Dindar halk çoğunluğu, 1960’a da, 12 Mart’a da şiddetle karşıydı.
Fakat 12 Eylül’de, evvelâ anarşi halkın her kesimini bezdiren, halkı “kurtarıcı bekleme durumu”na sokan hain bir taktik olarak kullanıldı. Halkın hemen her kesimi ihtilâlin arkasına alındı. “Ülke anarşi yoluyla komünizme gidiyor. Her gün kardeş kanı akıyor. Biz geldik bunları durdurduk” şeklinde yapılan propaganda etkili oldu. Ayrıca, İslâmî grupların desteğini almak için başta tehdit, korkutma gibi usuller olmak üzere her türlü taktik kullanıldı. Bunlar bizim gruplarımız üzerinde de etkili oldu. En büyük darbe Nur Talebelerine bu ihtilâlden sonra vuruldu.
İHTİLAL NUR TALEBELERİNE DE BÜYÜK DARBE VURDU
Bizim içimizde, bana göre bu girişimler, 12 Eylül’den önce başlamıştı. Meselâ Kırkıncı Hoca önceden beri tanıdığımız Hoca olmaktan çıkmış, biraz daha özel ve farklı tavırlar sergiler duruma gelmişti.
Bilhassa Erzurum’da, üniversitede yapılan güzel hizmetler vardı. Orada ciddî bir kadro bulunmaktaydı. Bu güzel hizmetler, doğrudan doğruya şahs-ı maneviye mal edilmeli iken, Hocanın nam ve hesabına sayıldı. Tabiî aşırı bir takım iltifatlar başladı. O arada iltifatlar bazı insanların rüyalarıyla takviye edildi. Hocaya bilhassa o iltifatlar ve rüyalar sebebiyle bir takım manevî makamlar verilmeye başlandı. Bizde, Kırkıncı Hocanın, bu meseleyi benimser, hoşlanır hale geldiği hissi doğdu, bu izlenimi edinmeye başladık.
Buna ilâveten bir “Erzurumculuk” veya “Erzurum’dan mezun olma” gibi bölgecilik olayları çıktı. Böyle bir tarzın, duygunun ve böyle bir görüntü verilme gayretinin geliştiğini müşahede ettik.
Geçmiş tecrübeler, bize, bu gibi durumların bazı hareketlenmelerin habercisi olduğunu anlatıyordu. Bunlar bir olayın geliştiğini; bu dumanlar, bir yangının varlığını gösteriyordu.
Ayrıca, kitap basma noktasında İstanbul’a karşı bir hassasiyet de gelişmişti. Zaman zaman Erzurum’da kitaplar hazırlanıyordu. Hocanın da bazı çalışmaları vardı. Her çalışma için uyguladığımız usulleri onun çalışmaları için de uygulardık. Yani çalışmayı konunun uzmanı bir iki arkadaş okur, son olarak ben de okurdum. Yayınlamaya uygun olup olmadığına böyle karar verilirdi. Bugün de aynı şekil tatbik edilmektedir.
Söz konusu çalışmalar hakkında “Neşredilemez” kararı verilmişti. Hoca neşri için çok ısrar etti. Hatta şunları söyledi:
“Kim o adamlar? Benim kitabıma rapor verenler kim?” diye raportörleri küçümser ifadeler kullandı. Aramızda tartışmalar geçti.
Ben, “Hocam bu usulleri beraber koyduk. Buna saygı duymak lâzım. Senin kitabın olabilir; ama bazı uzman arkadaşlar da düşüncelerini söyleyebilir, kaydedebilir. Bunların düzeltilmesini isteyebilir. Bundan daha tabiî ne olabilir?” dedim.
Yani 12 Eylül’den önce böyle bir kırıklık, bir burukluk zemini vardı.
12 Eylülcülerin, sırf hazırlandıkları darbe ortamının olgunlaşması ve halkın darbe bekler hale gelmesi için anarşi ve terör olaylarına bir yıl boyunca seyirci kaldıklarının, darbeci kadrodan bir generalin itirafıyla dile getirilmesi, Yeni Nesil’in 6 Temmuz 1987 tarihli sayısının sürmanşetinde böyle yer almıştı.
ORHAN BEY MESELESİ
Bu arada Orhan Bey problemi alttan işletilmekte idi. Orhan Beyle özel bir tarzda ilgileniyorduk. İstidat ve kabiliyetlerinden istifade ediyorduk. Müessesenin organizasyonu bakımından, ya da malî bakımdan hakikaten bize faydalı oldu. Ama bu ona, Türkiye genelindeki hizmete müdahale hakkı vermediği gibi, âdeta bizi idare etme havası içine girme hakkını da vermezdi.
Üstelik henüz Risale-i Nur’a tam vâkıf bir insan da değildi.
Üstadın siyasetini, demokrat meselesini benimseyemiyordu. Bu kadar ileri gitmesinin bir manası, bir mantığı olmadığı herkes tarafından zaten kabul ediliyordu. Fakat o, bu şekilde davranıyordu. Biz de bundan rahatsız olduk.
Derken Anadolu’da, müesseselerimize, İstanbul’a yardım yerine, “Anadolu’ya sahip çıkma” adına dershane açma yarışı başladı. Hizmetimizin dışa dönük ve sosyal muhtevalı yönü olan neşriyat, gazete gibi hizmetlerimizden ziyade “Dershane açılsın, dershaneye sahip çıkalım, mülk dershane sahibi olalım” havası yayılmaya başladı.
Gayet tabiî, ulvî bir şeydi bu istek; fakat neşriyat hizmetlerini baltalamak, âdeta Anadolu tarafından sahiplenmesini engellemek adına böyle bir hareket ulvî olmaktan ziyade, hizmeti baltalamak anlamına gelmekteydi.
Biz bunun kasıtlı yapıldığını söyledik. Kim, dershaneye karşı çıkardı ki? Ama Türkiye geneline, yurt dışına hizmet veren neşriyat meselesi de elbette önemliydi. Dershanelerimizin ille de mülk olması şart değildi. Kirayla da tutulurdu, ama İstanbul’da yapılan neşriyat Türkiye’ye, yurtdışına hizmet veriyordu. Bize göre bu hizmetlere öncelik verilmeliydi.
Orhan Bey ise kim, nerede bir bina yapsa, bu yönde teşvik ediyordu. Dershane yapılırsa yardım vaadinde bulunuyordu.