Bütün Anadolu’yu gezip “Bizim Yeni Asya ile hiçbir alâkamız yoktur. 12 Eylül hareketine karşı çıkılamaz. Tercüman gazetesini alın, ama bu gazeteyi almayın” diyenler oldu.
Nur hizmetini daha yakından tanıma ve Türkiye’nin son elli, elli beş yılını Nurculuk perspektifinden değerlendirmek için
Kırkıncı Hoca’nın bağlantısı Orhan Beyleydi. Bunu bildiğimiz için biz Hocayı uyardık.
Aramızda şu diyalog geçti:
“Hocam, arkadaşınız Orhan Bey İstanbul’da bize tavır koydu, ama sizlere de aşırı iltifatta bulunuyor. Yardım ve ikramlardan geri durmuyor. Yani korkarım ki bu arkadaş bizim aramızı açar.”
Hoca samimî yaklaştı ve şu cevabı verdi: “Ne demek Kutlular? Biz bu kadar senelik Nur Talebesiyiz, Nurcuyuz. Böyle şeye değer verir miyiz, olur mu? Bizim aramızı bozabilir mi?”
“Hocam, geçmişte bir takım hadiseler gördük. Olamaz diye bir şey yok. Bunlar olabilir, bu meseleler mümkündür.”
Aradan biraz zaman geçti. Yine dumanlar çıkmaya başladı. Bu sefer haber gönderdik. Yani ilk diyalogda geçen anlamı hatırlatarak dikkatli olmasını istedik.
Orhan Bey, Hoca’nın farklı bir hava içinde olmasından çok fazla istifade etti. Kabiliyetli bir insandı. Pazarlamacı olduğu için, insanları nasıl etkileyeceğini, zaaflarının neler olduğunu gayet güzel bilirdi. Hadiste de var: “İnsan, ihsanın kölesidir.” Bir takım insanları minnet altına alıyordu. Çünkü maddeten fevkalâde imkânlar veriyordu. O günün şartları içinde büyük imkânlar sağlıyordu. Hatta Kırkıncı Hoca’yı bile büyük oranda yurt yapılması için teşvik ediyordu. Sonradan o büyük bina bitirildi. Onu da Orhan Bey teşvik etmişti.
Bu strateji ile iki şeyi hedeflemişti:
1. İstanbul’un maddî güç kaynağını azaltmak, mümkünse kurutmak.
2. Anadolu’da, kendine yakın insan grupları teşekkül ettirmek.
12 Eylül’den sonra, Kırkıncı Hoca ve Orhan Bey başta olmak üzere bazı arkadaşlarda bir hava teşekkül etti.
Şöyle bir fikir ortaya attılar:
“12 Eylül geçmiş ihtilâller gibi değil. Asker müdahale etmeseydi Marksistler, anarşistler, komünistler ihtilâl yapacaklardı.
Öyle ise Marksistlerin olması mı iyi, yoksa onlara karşı askerin bir müdahale yapması mı iyi? Biz askere karşı çıkarsak; onlar da bizi geniş çaplı tevkiflerle hapishanelere doldururlar. Hizmetimiz daha çok zarar görür. Hizmetlerimiz durur.”
Söylemlerinin ana fikri buydu. Oysa İstanbul’da biz ihtilâle karşıydık. Büyük çapta, başta temayüz etmiş arkadaşlar olmak üzere Anadolu da karşıydı.
Biz, ortaya atılan bu fikre karşı şunları ifade etmekteydik: “Bu fikre iştirak etmemiz mümkün değildir. Eğer bunlar hakikî, samimî vatanperverlerse niye ihtilâl yapıyorlar ki? Milletin seçtiği meclisin emrinde olurlar. Meclisin aldığı kararlarla anarşistlerin, komünistlerin üzerine giderler.
“Bunlar, milletin hür iradesinin seçtiği meclisi bir tarafa bırakarak, parlamentoyu kapatarak Kemalizm ve Atatürkçülük namına ihtilâl yaptılar.
“İhtilâlcilerin, şu söylediklerine dikkatle bakmak lâzım: ‘Biz bu görevi Atatürk’ten aldık. Kemalizm noktasında, bugüne kadar yapılan tahribatı tamir edeceğiz. Kemalizmi tekrar ihya edeceğiz. Dolayısıyla bugüne kadar yozlaştırılmış Atatürk ilke ve inkılâplarını tekrar rayına oturtturacağız. Kurtuluş ancak buradadır.’
“Bunu söylüyorlar. Kemalizmi, Atatürk’ü her şeyin besmelesi haline getiriyorlar. Niye bunları savunuyorsunuz? Biz geçmiş ihtilâlleri de gördük. Bize hiçbir şey yapamadılar.”
Kırkıncı Hoca, gayret göstererek, Anadolu’da temayüz etmiş insanları özel ziyaret ederek, başta ihtilâle karşı olan arkadaşları yanına çekti. Bu fikri onlara da büyük ölçüde benimsetti.
Sonra Bahçelievler’de temayüz etmiş insanlarla bir toplantı yaptık. Baktık ki, hiç ummadığımız insanlara dahi kulis atılmış. Özel olarak bilgilendirilmiş ve ikna edilmişler.
O arkadaşların şu endişe ile ikna edildiklerini gördük: “Aman, Nur Talebelerini pırasa gibi doğratmayalım. Aman, hapishanelere tıktırmayalım Nur Talebelerini.”
Böyle bir endişeye mahal olmadığını, korkacak birşey bulunmadığını, hem de korkunun ecele faydası olmadığını anlatmaya çalıştıysak da, bu fikrin, arkadaşlar arasında ağır bastığını üzüntüyle gördük. Çok üzüldük ve endişe duyduk.
Çünkü 27 Mayıs’a beraber karşı çıkmıştık. 12 Mart’ta birçok olayda beraberdik ve ona da karşı çıkmıştık. Ne ağabeyler, ne Kırkıncı Hoca, ne de başka farklı bir ses... Bir ve beraber hareket etmiştik, bütün o badireleri aşarken.
Şu nokta, iyice su yüzüne çıkmaktaydı ki, 12 Eylül daha münafıkane hazırlanmıştı. Dindar kitleleri de elde etmek için insanların en zayıf oldukları noktadan onları vurmak üzere planlanmıştı nifak.
İhtilâl komünizme, anarşizme karşı yapılmış olarak gösterilecekti. Bunun zemini de çok iyi hazırlanacaktı. Nitekim öyleydi de... Ama perde arkasında Atatürkçülük, Kemalizm olacaktı. İpler yine onun elindeydi. Bu tuzağa Nur Talebelerinin hiçbirinin düşmemesi gerekirdi. Bizim asıl üzüntümüz, endişemiz buydu.
O toplantıda net olarak şu sonuç ortaya çıktı:
“12 Eylül’e karşı çıkılmasın. Gazetenin de neşriyatı ona göre ayarlansın. Askerlerin üzerine fazla gidilmesin. Biz ordu düşmanı değiliz.” Çoğunluk bunu savunuyordu.
Biz ise, İstanbul olarak “Biz de değiliz. Niye ordu düşmanı olalım ki? Ama orduyu alet eden birtakım üst seviyedeki generallerin yanlış hareketlerine karşı çıkmak da ordu düşmanlığıyla eşdeğer değildir.”
Olaylar böyle gelişirken, bizim bu arkadaşlarla aramız açılmaya başladı. Çünkü neşriyatımızda yine ihtilâle karşı tutumumuzu sürdürüyorduk. O günün şartları içinde her şeyi rahat yapamıyorduk; ama yapılması mümkün olan meseleyi, tarzı yapmaya çalışıyorduk.
Bu durum, onların arzu ettiği şey değildi. Dolayısıyla bir takım kişiler, yavaş yavaş gazeteyi tenkit etmeye ve almamaya başladılar. Sonradan bu durum gelişti.
Temayüz etmiş arkadaşlar bütün Anadolu’yu gezip “Bizim Yeni Asya ile hiçbir alâkamız yoktur. Onlar Üstadın tarzına zıt hareketin içine girmişlerdir. 12 Eylül hareketine karşı çıkılamaz. Orduya, ordunun şahsına Üstad dosttur. Dolayısıyla bunlar yanlış yapıyorlar, hatta orduyu da aşırı hareketleriyle ve aşırı Demirel taraftarlığıyla bizim aleyhimize geçiriyorlar. İhtilâl zaten Demirel’e karşı yapıldı” anlamında bu fikirleri yaydılar.
GAZETEYE TAVIR
Gazeteye tavır aldılar. Bu tavır alışı o kadar ileri götürdüler ki, “Tercüman gazetesini alın, ama bu gazeteyi almayın” diyecek kadar insaf ölçülerinden uzaklaştılar. Gazete aleyhine bir tavrın içine girdiler.
Biz, İstanbul’daki kadromuzdan bir şey kaybetmedik. Kendi tanıdık, bildiklerimize gerek mektup, gerek telefon, gerekse özel görüşmeler yoluyla veya yakın çevreye giderek oradaki arkadaşlarla yüz yüze görüşerek, bu hareketin yanlış olduğunu söyledik. Cemaat bize göre yarı yarıya bölündü. Bazı yerler ikiye ayrıldı, bazı yerler tamamen onlar gibi düşünür hale geldi.
O arada Kırkıncı Hoca’nın yazıları Tercüman, Hürsöz gibi gazeteler ve bir edebiyat dergisinde çıkmaya başladı. En meşhur yazısı, “Bu 12 Eylül Harekâtı Malazgirt’ten, Niğbolu’dan, Mohaç’tan, Çanakkale’den de daha ileridir” ifadelerinin açıkça kullanıldığı, ihtilâli medhüsena ettiği ve Tercüman gazetesinde çıkan yazısıydı. Bu yazılardan bazıları, ayrıca lâhika olarak da yayınlanıyordu.
Biz de buna karşı yayınlarımızı sürdürmekteydik. Evvelce birlikte hareket ettiğimiz arkadaşlarımızı yerine göre tenkit ediyor, tasvip etmediğimizi ifade ederek uyarıyorduk.