10 Aralık 2013, Salı
Farkındalık, aslında gaflet perdelerini yırtmaktır.
Nazarı derinleştirmek ve tefekkürü kuvvetlendirmektir.
Bizce farkındalığın en üst seviyesi “Allah’ı fark etmek”tir.
Bu farkındalık ise, insanın farkını ortaya koymaktadır.
Günümüzde moda olmuş bir söz var, “farkındalık” veya “fark etmek” ya da “farkına varmak”. Aslında bu söz, yeni keşfedilmiş değildir. Bunun karşılığı ya da manası şuurla bakmak, bakıp görmek, gafletten uyanmak, mana-yı ismîden mana-yı harfîye geçmek gibi yabancı olmadığımız, bildiğimiz ifadelerdir.
Farkındalık, aslında gaflet perdelerini yırtmaktır. Nazarı derinleştirmek ve tefekkürü kuvvetlendirmektir. Bizce “farkındalık”ın en üst seviyesi “Allah’ı fark etmek”tir. Bu farkındalık ise, insanın farkını ortaya koymaktadır. Çünkü insanın en evvel fark etmesi gereken şey, Yüce Yaratıcısı olan Allah’tır. Ve Onun kâinattaki tecellisi olan isimlerini ve sıfatlarını ve şuûnâtını fark etmesidir. Sonra bizlere ihsan ettiği hadsiz nimetlerinin farkında olmaktır. Yani “Kimin merhametiyle böyle hakîmane idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum” bilmektir.1
Evet, kâinatı insan için yaratan ve insanın hizmetine sunan Cenab-ı Hakk’ın insandan istediği, kendisini fark etmesidir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur Külliyatı’nda, bize lâzım olan bu farkındalık meselesini sıkça izah etmektedir. “Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim”2 dediği kelimeler, ‘farkındalık’ın yollarıdır. Çünkü “Cenab-ı Hakk’ın masivasına, yani kâinata mana-i harfiyle ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mana-i ismiyle ve esbap hesabına bakmak hatadır.” “Yani, nimete bakıldığı zaman Mün’im, sanata bakıldığı zaman Sani, esbaba nazar edildiği vakit müessir-i hakiki zihne ve fikre gelmelidir. Maddiyata esbap hesabıyla bakılırsa cehalettir, Allah hesabıyla olursa marifet-i İlahiyedir.”3
Meselâ, Otuz ikinci Söz’deki şu ifadeler bu meselenin mihenk taşlarından biri hükmündedir:
“Cenab-ı Hak Celil ulûhiyetiyle, Cemil rahmetiyle, kebîr rububiyetiyle, kerim re’fetiyle, azîm kudretiyle, latif hikmetiyle, şu küçük insanın vücudunu bu kadar havas ve hissiyât ile bu derece cevarih ve cihazât ile ve muhtelif aza ve âlât ile ve mütenevvi letâif ve maneviyat ile teçhiz ve tezyin etmiştir ki, ta mütenevvî ve pek çok âlât ile hadsiz enva-ı nimetini, aksam-ı ihsanatını, tabakat-ı rahmetini o insana ihsas etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın.”4
Dördüncü Şuâ’da da “farkındalık” için insana bahşedilen nimetlerin en büyükleri zikredilmektedir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu büyük sofra hükmündeki nimetleri bizlere şöylece hatırlatıyor:
“Cenab-ı Hak insanı bir liste, bir fihriste ve hitabat-ı Sübhaniyesine anlayışlı bir muhatap yaratmış olmakla beraber, en büyük bir nimet olan vücudu, bu vücudumda büyütmek ve çoğaltmak için hayatı verdi. Hem insaniyeti verdi. … Hem İslâmiyeti bana ihsan etti. … Hem iman-ı tahkikiyi in’am etti. Hem o imanda, marifet ve muhabbetini verdi. … Hem hususî olarak bir ilm-i Kur’ânî ve hikmet-i imaniye verdi. Ve o ihsanı ile çok mahlûkat üstünde bir tefevvuk verdi. Ve sabık noktalar gibi çok cihetlerle öyle bir camiyet vermiş ki, ehadiyetine ve samedaniyetine tam bir âyine ve külli ve kudsi rububiyetine geniş ve küllî bir ubudiyet ile mukabele edebilen istidat vermiş.”5
İnsan kendisine verilen bütün kabiliyetler, duygular, hisler ve cihazlar ve sunulan hadsiz nimetler sayesinde Cenab-ı Hakk’ın farkına vararak hakiki ve aslî vazifesi olan kulluğunu yapmak bahtiyarlığını kazanacaktır. Çünkü “İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Cenab-ı Hakk’ı tanıyıp, Ona iman edip ibadet etmektir.”6
Evet, insan Allah’ın farkına varmakla, O’nu bilmek ve tanımakla insaniyetin farkına varır ve bu sayede a’lâ-yı illiyîne çıkar.
Farkındalığın mühim bir ciheti de insanın insaniyetini fark etmesidir. İnsanın kendi mahiyetini bilmesidir. Evet, “insan, fıtraten gayet zaiftir. Hâlbuki her şey ona ilişir, onu müteessir ve müteellim eder. Hem gayet âcizdir. Hâlbuki belâları ve düşmanları pek çoktur. Hem, gayet fakirdir. Hâlbuki ihtiyacatı pek ziyadedir. Hem tembel ve iktidarsızdır. Hâlbuki hayatın tekâlifi gayet ağırdır. Hem, insaniyet onu kâinatla alâkadar etmiştir. Hâlbuki sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zeval ve firakı, mütemadiyen onu incitiyor. Hem akıl ona yüksek maksatlar ve bakî meyveler gösteriyor. Hâlbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısadır.”7
İşte bu mahiyet ve hasiyetleri fark eden insan, bu sayede hakiki insaniyet vazifesine yönelir ve istikameti bulur. Yani insan, şunun farkına mutlaka varmalıdır. Şöyle ki, “insan nebatî cismaniyeti cihetiyle ve hayvani nefsi itibariyle sağîr bir cüz, hakir bir cüz’î, fakir bir mahlûk, zaif bir hayvandır. Fakat insaniyeti cihetinde, abdiyeti içinde bir küllî, küçüklüğü içinde bir âlem ve hakareti içinde makamı büyük ve daire-i nezareti geniş bir nazırdır.”8 Buna binaen, insan bu farkındalığını daha bir derinleştirip, kendisinin Cenab-ı Hakk’a bir âyine olduğunu keşfetmelidir. Çünkü “insan öyle bir nüsha-i camiadır ki, Cenab-ı Hak, bütün esmasını, insanın nefsiyle insana ihsas ediyor.”9 “İnsan zaaf ve acziyle, fakr ve hacatıyla, naks ve kusuruyla ve insana verilen numuneler nevinden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’, malikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyatla, hem insan üstünde nakışları görünen esma-i İlâhiyeye ayinedarlık eder.”10 Böylece, insan bu ayinedarlık şuuruyla hiçbir şeyin sahibi olmadığını, her şeyin Cenab-ı Hakk’a ait olduğunu fark etmesiyle, aslî vazifesi olan abdiyetini idrak edip, küllî manadaki ubudiyetini ifa edebilecektir.
Özetle: Allah’ın farkına varmak, insan için çok büyük bir nimettir. Bu nimetin şükrünü edâ etmesi insaniyetinin gereğidir. Bu ‘farkındalık’ nimetinin şükrünü eda etmek demek; “Beni halk eden ve adem (yokluk) zulümatından çıkararak bana vücut nurunu in’am eden Zat bana yeter” demektir.
“Keza, sahibine her şeyi veren ve onun elini her şeye uzatan hayat nimetini bana bağışlayarak beni hayat sahibi yapan Zat bana yeter” demektir.
“Keza, insanı, âlem-i kebîrden manen daha büyük bir küçük âlem yapan insaniyet nimetini bana bağışlayarak beni insan yapan Zat bana yeter” demektir.
“Keza, dünya ve ahireti nimetlerle dolu iki sofra haline getirerek iman eliyle mü’mine takdim eden iman nimetini bana bağışlayarak beni mü’min yapan Zat bana yeter” demektir.
“Keza, beni camid kılmayıp, hayvan yapmayıp, dalâlette bırakmayarak; cins ve nevî ve din ve iman itibarıyla mahlûkatının pek çoğundan üstün kılan Zat bana yeter; hamd de Ona, şükür de Ona mahsustur” demektir.
“Keza, bütün kâinatta tecellî eden esma-i İlâhiyenin bütün tecelliyatına insanın cami bir mazhar olması sırrıyla, kâinata sığmayan bir nimeti bana bağışlayarak beni esmasının tecelliyatına cami bir mazhar yapan Zat bana yeter” demektir.
“Keza, bende bulunan mülkümü muhafaza etmek üzere benden satın alarak sonra bana iade eden ve karşılığında bize Cenneti veren Zat bana yeter” demektir.11
Velhasıl; “Farkındalık”, başta Allah’ı esmasıyla ve Peygamberleriyle, melekleriyle ve nimetleriyle fark etmektir. Hem büyük bir insan hükmünde olan kâinat kitabını ve küçük kâinat hükmünde olan insanı fark etmektir. Hem insanın ebed için yaratıldığını ve ebede gideceğini ve Cennet ve Cehennemi fark etmektir.
Bütün bu “farkındalık”ları da bu zamanda en iyi fark ettiren Risale-i Nur’u fark etmek gerekmektedir. Evet, ‘farkındalık’ı fark etmek temennisiyle inşaallah.
Dipnotlar:
1-Sözler 503, 2-Mesnevi-i Nuriye 84, 3-age. 85, 4-Sözler 1053, 5-Şualar 111, 6-age. 166, 7-Sözler 74, 8-age. 525, 9-age. 1119, 10-age. 1120, 11- Şualar, 150-153
Okunma Sayısı: 4058
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.