Dizi Yazı |
ORHAN DÜNDAR |
Osmanlının uyguladığı eyalet sistemi günün şartlarına uygundu |
Gündemde giderek artan bir tarzda ağırlığını hissettiren “Demokratik Açılım” ekseninde yapılan münakaşalar, henüz muayyen ve müşahhas bir muhtevaya kavuşmamış olduğundan bazan zihnî kargaşalara da sebep olmaktadır. Bir asırdan fazla bir tarihi derinliğe sahip olan, gerek Osmanlı ve gerekse Cumhuriyet devirlerinde meydana gelen muhtelif isyanlarla oldukça çetrefilli bir hal almış bir meselenin halledilmesi elbette çok sühuletle olmayacaktır. Sadece son yirmi beş yıl içerisinde takriben kırk bin cana mal olmuş bir terör musîbetinin bunaltıcı ağırlığı, değil meselenin halledilmesi, “Demokratik Açılımın” doğru bir zeminde tartışılmasını dahi oldukça müşkül bir hale getirmektedir. “Kürt Açılımı” olarak başlayıp kısa bir süre sonra “Demokratik Açılım” halini alan isim değişikliği dahi bu zorluğun en basitinden küçük bir tezâhürüdür. Bizim maksadımız “Açılım”ın kendisini tartışmak değildir. Bu alanda yapılan tartışmalarda kaçınılmaz bir tarzda “Bediüzzaman Said Nursî” ismi de gündeme girmeye başladı. Bediüzzaman’ın konuyla ilgili fikirlerinin tanzim edilerek ciddî bir şekilde şerh ve izahlarının yapıldığı çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır. Zira Bediüzzaman’ın bu husustaki fikirlerine, hangi etnik unsur ve inançtan olursa olsun, bu ülkenin birliğini ve halkının huzurunu düşünen bütün insanların ihtiyacı bulunmaktadır. Ancak biz burada yalnızca, Said Nursî’nin Kürt meselesiyle ilgili hal tarzı olarak eyâlet sistemini istediği şeklindeki iddia üzerinde duracağız. Demokratik açılım sadedinde, hem Said Nursî’yi, hem de Osmanlı idarî sistemini referans göstererek eyâlet teklifi yapanların, iddialarında hakikat payı olup olmadığını tetkik etmeye gayret edeceğiz. Sadece bu iki hususun ele alınmasının dahi bir gazete makalesine sığmayacağının farkındayız. Bunun için, Osmanlı idare sistemine çok kaba hatlarıyla bir göz atıp, Bediüzzaman’ın görüşlerini de, sadece Prens Sabahaddin’e hitâben yazdığı bir makale ile sınırlandırmayı tercih ettik.
I- OSMANLI EYÂLET SİSTEMİ: Anadolu’nun batı ucunda küçük bir beylik olarak tarih sahnesine çıkan Osmanlı Devleti, başlangıçta sadece bir sancak büyüklüğündeydi. Yeni fethedilen topraklar temel idarî birim olan sancaklar halinde tanzim ediliyordu. Zamanla, özellikle de Rumeli’de hızlı bir fetih süreci sonunda sancaklar hızla çoğaldığından, sancakların üzerinde bir idarî birim teşkil edilmesi zaruret halini aldı. İlk olarak Birinci Murad zamanında Rumeli Beylerbeyliği ihdas edilerek başına da bir Beylerbeyi tayin edildi ve bu şekilde Eyâlet sistemine geçilmiş oldu. I. Bayezit zamanında ikinci olarak Anadolu Beylerbeyliği teşkil edildi. Bu suretle yeni fethedilen topraklar, sancak halinde tanzim edilerek eyâlet halinde beylerbeyi’nin idaresi altında birleştiriliyordu. Eyâletler sancaklardan, sancaklar kazalardan ve kazalar da köylerden meydana geliyordu. Eyâletlerin başında beylerbeyi bulunduğu gibi diğer idarî birimlerde de sırasıyla sancak beyi, subaşı ve sipahi bulunuyordu. Bir Osmanlı eyâleti bugünkü vilayetlerden birkaç tanesini ihtiva edecek büyüklükte teşkil edilmekteydi. Sancaklar ise günümüz vilayetlerine tekabül etmekte ve timar sistemi tatbik edilmekteydi. Timar, bir yere ait vergi gelirlerinin belirli hizmetler karşılığında tamamen ya da kısmen bir görevliye devredildiği bir sistemdi. Timarlı sipahiler devraldıkları toprakların gelirlerine bağlı olarak muayyen sayıda asker hazırlamak mecburiyetindeydi. On altıncı yüzyıl ortalarına kadar Osmanlı ordusunun asıl gücünü bu timarlı sipahiler teşkil etmekteydi. Osmanlı eyâlet sisteminin daha iyi anlaşılabilmesi “Timar” sisteminin de bilinmesini iktiza eder, ancak çalışmamızın haricinde kaldığından bu husus üzerinde durulmamıştır. Yavuz Sultan Selim’in saltanatının ilk yıllarında altı adet olan toplam eyâlet sayısı, Kanunî’nin ölümünde on altıya, On yedinci yüzyılda ise imtiyazlı beylikler hariç olmak üzere otuz ikiye ulaşmıştı. On yedinci yüzyılda, İmparatorluğun Avrupa’daki topraklarında başlıcaları; Rumeli, Budin, Tameşvar ve Bosna Eyâletleri olmak üzere on yedi eyâlet teşkil edilmişti. Bu eyâletlerde genel olarak merkezi otoritenin hâkim ve tayin edici olduğu muayyen bir statü tatbik edilmekle birlikte, biraz daha muhtar bir tarzda idare edilen eyâletler de vardı. Meselâ Eflâk ve Boğdan Eyâletleri (bu eyâletlerde toprak sahibi Müslüman nüfus bulunmamaktaydı) bir “Himâye Eyâleti”ydi. Kısmî idarî imtiyazlara haiz olan bu eyâletlerin prenslerini mahallî zâdegân seçiyor, İstanbul tasdik ediyordu. Bu statüdeki eyâletler, timar sistemine dahil olmayıp “Salyâne” rejimi ile idare edilir, İstanbul’a yıllık bir vergi verir, istenildiği zaman askerleriyle birlikte Osmanlı ordusuna katılırlardı. Bir Macar ülkesi olan Erdel Eyâleti ise, Eflak ve Boğdan’dan daha ileri seviyede bir muhtariyete hâizdi. İstanbul buraya tayin edeceği voyvodayı istediği şekilde seçmezdi. Voyvoda mahallî Macar asilleri içinden belirlenmek durumundaydı. Kırım Eyâleti’nin muhtariyeti ise daha da ileri seviyedeydi. Bu eyâletin başına Cengizoğullarından geldiği kabul edilen muayyen bir aileden han tayin edilirdi ve krallık derecesinde bir eyâletti. Aynı asırda Asya kıt’asındaki imparatorluk toprakları üzerinde de başlıcaları; Anadolu, Karaman, Rûm, Dulkadir, Adana, Diyâr-ı Bekr, Van, Erzurum, Musul, Bağdad, Basra, Hicâz, Şâm, Yemen ve Haleb olmak üzere yirmiden fazla eyâlet, Afrika kıt’asında ise Mısır, Habeş, Trablusgarb, Tunus ve Cezayir eyâletleri teşkil edilmişti. Bağdad, Basra ve Yemen gibi eyâletler ile Afrika kıt’asında teşkil olunan eyâletler Salyâne eyâletleriydi. Buralarda timar sistemi tatbik edilmiyor, her yıl İstanbul’a muayyen miktarda “Salyane” denilen bir vergi ödeniyordu. Maaş alan salyane eyâletlerinin valileri de padişahın vekili ve merkezi otoritenin temsilcisi olarak mahallî idareciler/beyler üzerinde vazife yapıyorlardı. Osmanlı eyâlet sisteminde 18. yüzyıla kadar adem-i merkeziyetçi bir yapı göze çarpar. Ulaşım ve haberleşme imkânlarının asgarî seviyede olduğu, henüz bürokratik bir sistemin tekâmül etmediği, düzenli ve daimî orduların bulunmadığı bu devirlerde devletin bekasının temeli olan, asker temin etme ve vergi tahsil edilmesi ile asayişi temin etmenin en makul yolu olarak bu tarz bir sistem tesis edilmiştir. Bu durum Osmanlı Devleti’ne mahsus olmayıp daha önceki imparatorluklarda ve muasır diğer krallıklarda da benzerî sistemler tatbik edilmiştir. Osmanlı Devleti’nin klâsik döneminde eyâlet sayıları ve sınırları devamlı olarak değişmiştir. Sancaklar ise nisbeten sabit kalmış, fakat bağlı bulundukları eyâletler değiştirilmiştir.
KÜRDİSTAN TÂBİRİ VE KÜRDİSTAN EYÂLETİ Kürdistan tâbiri esasında, tamamen ya da ekseriyet olarak Kürt nüfusun yaşadığı bölgelere verilen coğrafî bir isimdir. Daha önceki devirlerde olduğu gibi Osmanlı devrinde de genellikle bu mânâsıyla kullanılagelmiştir. Kanuni Sultan Süleyman’ın ve Sultan I. Ahmed’in fermanlarında bu coğrafî mânâsıyla Kürdistan ifadesini kullandıkları bilinmektedir. Çalışmamızın ikinci kısmında mevzu edeceğimiz Bediüzzaman Said Nursî ve Prens Sabahaddin de eserlerinde bu mânâda Kürdistan tabirini kullanmışlardır. Sultan Abdülmecid zamanında (1847), mevcud Diyarbekir Eyâletinin; Van, Muş, Hakkâri sancakları Cizre, Botan, Mardin kazalarıyla birleştirilerek yeni bir eyâlet ihdas edilmesi ve bu yeni eyâlete Kürdistan adı verilmesi kararlaştırılmıştır. Ancak kısa bir süre sonra, 1864 tarihli Vilâyet Nizamnamesiyle Diyar-ı Bekr ve Van vilâyetleri kurularak Kürdistan Eyâleti kaldırılmıştır. Bu şekilde; bölgedeki Kürt Beylerinin kendi rızalarıyla 1516-1517 senelerinde Osmanlı Devletine katılmalarından 1923 senesine kadar geçen takriben dört yüz senelik dönem içerisinde Kürdistan Eyâleti resmî olarak sadece 17 sene müddetle mevcud olmuştur. Osmanlılar henüz bölgeye gelmeden önce, Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan 1470 senesinde bütün Kürdistan’ı hâkimiyeti altına almıştı. Uzun Hasan’ın ölümünden sonra Akkoyunlu devleti fazla yaşayamadı ve bu sefer, Kürdistan coğrafyası dâhil bütün Akkoyunlu toprakları Safeviler’in hâkimiyeti altına girdi. Gerek Uzun Hasan ve gerekse Şah İsmail bölgedeki Kürt beylerine karşı aynı politikayı izlediler. Mevcud Kürt beylerini görevden alarak yerlerine Kızılbaş (Safevi şeyhlerinin taraftarlarından olan Sünnî olmayan Türk aşiretlerine, kullandığı kırmızı başlıklardan dolayı Kızılbaş deniliyordu) beyler atıyorlar, karşı gelenleri de kanlı bir şekilde bastırıyorlardı. 1510 yılında, kendi mahallî hâkimiyetlerinin tanınması kaydıyla Safeviler’in emrine girmeyi kabul edeceklerini teklif etmek üzere Şah İsmail’le görüşen 16 Kürt Beyi hapsedilerek yerlerine Kızılbaş aşiretlerinin önderleri görevlendirildi. Bu durumda, geri kalan Kürt Beylerinin ve aşiret liderlerinin müracaat edebilecekleri yegâne güç Osmanlı Devleti’ydi. Yavuz Sultan Selim 1514’te Çaldıran’da Şah İsmail’i bozguna uğratmış, Tebriz’e kadar girmiş ve mevsim şartları sebebiyle geri dönmüştü. Bölgedeki Kürt Beyleri Yavuz’a müracaat ederek yardımını talep etmişlerdi. Yavuz Sultan Selim’e gönderdikleri arîza o günkü içtimâî ve siyasî vaziyeti özetlemektedir: “Can ü gönülden İslâm Sultânına bî’at eyledik, ilhâdları zâhir olan Kızılbaşlardan teberri eyledik… Cihada gayret ettik ve İslâm Padişahı’nın yollarını bekledik. Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyârına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslâm Sultanı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inâyetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız…” Yavuz’la Kürt beyleri arasındaki münasebetleri sağlayan kişi, daha önce Yavuz’un hizmetine girmiş olan âlim ve diplomat İdris-i Bitlisî idi. Bu şekilde kendi rızalarıyla Osmanlı Devletine tabi olmayı kabul eden Kürt Beylerinin askerleriyle birlikte Osmanlı nizamî birlikleri bütün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki Safevi birliklerini temizlediler. 1515’te merkezi Amid (Bugünkü Diyarbakır şehri) olmak üzere beşinci Osmanlı Beylerbeyliği olarak Diyâr-ı Bekr Eyâleti kuruldu. Daha sonra onu Van Eyâleti takibetti. Bu eyâletlerde üç tür idarî statü tatbik edilmekteydi. Birinci olarak, imparatorluk genelinde tatbik edilen genel statüdeki sancaklar gibi olup beyleri merkezden tayin edilir ve timar sistemi tatbik edilirdi. Diyar-ı Bekir Eyâleti’nin mevcud yirmi beş sancağının on ikisi bu türdendi. Bunlar; Amid (Diyarbakır), Harput, Ergani, Siverek, Nusaybin, Hasankeyf, Çemişkezek, Siirt, Mayferakin (Silvan), Akçakale, Habur ve Sincar’dır. Van Eyâletindeki mevcud yirmi beş sancağın da yirmisi (Van, Erciş, Âdilcevaz gibi) aynı statüye tâbiydi. İkinci tür sancaklar Ekrâd Sancakları da denilen Yurtluk ve Ocaklık tarzındaki sancaklardı. Bunlar klâsik Osmanlı sancaklarından farklıydılar. Zira sancakların idaresi genellikle bölgeye eskiden beri hâkim olan mahallî beylere bırakılmıştı. Bu beyler vefat ettiğinde, yerlerine oğulları veya diğer yakınlarından birisi geçmekteydi. Seferde Beylerbeyi’nin hizmetine girmekle mükelleftiler. Diyar-ı Bekir Eyâletindeki Ekrad Beylikleri; Çermik, Pertek, Kulp, Mihrani, Atak, Tercil, Çapakçur ve Sağman sancaklarıydı. Müküs ve Bargiri ise Van’a bağlı bu tür sancaklardandı. Üçüncü tür sancaklar, “Kürt Hükümetleri” olarak da isimlendirilmiş olup idâresi tamamen mahallî beylere verilmişti. Sınırları dahilinde tamamen müstakil olan bu sancaklar, askerî ve siyasî olarak beylerbeyine tâbiydiler. Diyarbekir Eyâletinde Hazo, Cezire, Eğil, Palu ve Genç sancakları; Van Eyâletinde ise, Bitlis, Hizan, Hakkâri ve Mahmûdi sancakları bu statüdeki sancaklardı. Kürt yerleşim bölgelerinin bu idarî yapısı 19. yüzyıla kadar esas olarak aynı statüde ve önemli bir değişikliğe uğramadan geldi. YARIN: TANZİMAT SONRASI İDARî SİSTEM
|
ORHAN DÜNDAR 31.10.2009 |