Geçen hafta Dışişleri Bakanı Ali Babacan, bir grup AB uzmanı, gazeteci ve öğretim üyesiyle bir araya geldi ve uzun uzun “ AB hedefi değişmedi ve herşey planlandığı gibi yürüyor” mesajını verdi.
Ali Babacan’ın yalnız kalmadığını, bu köşede ileri sürüldüğü gibi, AB ile ilişkilerin ele alındığı son kabine toplantısında, diğer Bakanların olumsuz bir tutum aldıkları hakkında yazılanların doğru olmadığını anlattı.
Ulusal Programı içtenlikle savundu. Yakında somut bir belge olarak resmileşeceğini söyledi.
Ancak, toplantıya katılanların sık sık, “ Söyledikleriniz çok güzel de, kamuoyuna elektrik veremiyorsunuz. Eski heyecan kalmadı. Gerektiği hızla mesafe alınmadığı izlenimi yaygın” diye, kamuoyundaki havayı yansıttılar.
Ali Babacan ne kadar aksini savunursa savunsun, son haftalarda aynı hava Avrupa başkentlerinde de esmeye başladı.
Ankara’da neler olduğunu anlayamıyorlar. Özellikle iktidarın niyetlerini bir türlü çözemiyorlar.
AB-Türkiye ilişkilerini çok yakından izleyen bir yetkilinin deyişiyle, “Türkiye’nin Avrupa’daki imajı yükselirken, hükümetin bu tutumuna anlam verilemiyor”.
Genelde beklenen, kapanma davasının ardından AKP’nin bütün gücüyle Avrupa projesine sarılacağı ve hem iktidarını, hem de varlığını, Kopenhag Kriterlerine bağlayacağı şeklindeydi.
Hayrettir, ancak genel gidiş bu yönde değil.
İşin talihsiz yanı, bu soğukluğun Türkiye’nin Avrupa başkentlerindeki reytinginin yükselmeye başladığı bir döneme rastlaması.
Suriye-İsrail barış görüşmelerinde oynadığı rol, Gürcistan’ın Rusya tarafından işgaliyle birlikte, bölgede artan etkinliği ve Gül’ün son Erivan ziyareti, Ankara’nın yıldızını parlattı.
Böyle bir ortamın yarattığı avantajlardan yararlanması beklenen Türkiye’den ise, tam tersine ses çıkmıyor. Ne heyecan kalmış, ne de eski çalışma temposu.
Pazartesi günü Brüksel’de, Türkiye-AB troyka toplantısı vardı. Babacan’a aynı sorular soruldu mu, bilemiyorum. Sadece, AB komisyonunun da ilişkilerin gidişinden memnun olmadığını biliyorum.
AB Komisyonu, bu ilişkilerin rayından çıkmaması için çırpınırken, Fransa ve Almanya’yı ikna etmeye çalışırken, tek ümidi Türkiye’nin yükümlülüklerini hızla yerine getirmesiydi. Oysa şimdi, Türkiye de ayak sürüyor gibi bir tutum içinde.
İşte bundan dolayı, “Erdoğan, yavaş yavaş AB’den uzaklaşıp, Türkiye’yi bağlantısız bir konumda mı tutmak istiyor?” sorusu soruluyor.
Acaba bu uzun vadeli bir süreç mi, yoksa mart 2009 ara seçimlerine kadar devam edip, sonradan değişip tekrar rayına oturacak bir siyasi tercih mi?
Ben çözebilmiş değilim. Bilen varsa yazsın da öğrenelim.
AB’nin ayak sürümesi
Türkiye’yi çok etkiledi
Şimdi bir de madalyonun öbür yüzüne bakalım. Türkiye’nin heyecanı azaldı, yavaştan alma eğilimi artmasına arttı, ancak AB’nin de bu gelinen noktaya katkısı hiçte az değil.
Başta Sarkozy olmak üsere, müzakerelerin başladığı günden itibaren, Türkiye’nin üzerine sürekli soğuk su döktüler. Yapılan açıklamalar, Türkiye’nin Avrupalı olup olmadığının tartışılması, Kıbrıs konusundaki tutum ve müzakere başlıklarının hazırlanmasında görülen patinaj, Ankara’yı tahminlerden de çok etkiledi.
Siyasi atmosfer zaten bozuktu, AB’nin tutumu, iktidara cesaret vereceğine, tam aksine ümitsizliğe itti.
Kamuoyunda zaten sayıları az olan AB taraftarları da bu olumsuz kampanyadan paylarını aldılar. Yoruldular, bıktılar ve büyük bir bölümü mücadele etmekten vazgeçme noktasına geldi.
Şimdiye kadar hiçbir aday ülkenin müzakere sürecinde, böylesine bir yavaştan alma eğilimi görülmemiştir.
Bir örnek vereyim.
Bu müzakerelerin içindeki üst düzey bir Türk yetkilinin verdiği bilgiye göre, masaya konacak 33 bölümden sadece 10’unun taraması tamamlanabilmiş durumda.
AB’nin bu yaklaşımı, Türk kamuoyunu küstürdüğü gibi, siyasi iradeyi de törpüledi. Belki siyasi irade fırsat kollamış olabilir. Ancak, gelinilen nokta ortada.
Türkiye’nin bundan sonra atması gereken adımlar, ülkenin temelden değişimini getirecek önemde. Hem büyük heyecanlanmalar gerektirecek, hem de kamuoyu eleştirilerini arttıracaktır.
İşte gelinilen nokta...
Brüksel ve Ankara, el ele bu işbirliğini yavaşlatıyorlar.
Anlayacağınız, sorumluluk sadece iktidarda değil. AB’nin de çok payı var.
Posta, 17.9.2008
|