|
|
|
Genelkurmay ‘nahoş’ sorulara hazır mı? |
Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, dün medya temsilcileri ile bir araya geldi. Şimdilik iki noktaya değinelim:
Bundan sonra cuma günleri, medyanın savunma muhabirlerine özet bilgiler verilecek. Başbuğ, savunma muhabiri olmayan kuruluşlardan en kısa zamanda buna bir çözüm getirmelerini istedi.
Bu önemli bir konu: Çünkü ekonomi, sivil siyaset, spor gibi alanlarda medyanın uzmanlaşma seviyesi fena değil. Ama askeriye Türkiye’de önemli bir aktör olmasına karşın benzeri bir uzmanlaşmayı savunma konularında göstermiyoruz.
Halbuki “savunma”, sadece jeopolitik tehditler açısından değil, ekonomik açıdan da incelenmesi gereken bir alan. Silahlanma için harcanan devasa miktarda para, sivil otorite tarafından denetlenmiyor. Bu yapılmadığı sürece “Türkiye bir hukuk devletidir” denilemez.
Savunma alanında uzmanlaşmış az sayıdaki gazeteciden biri olan Lale Sarıibrahimoğlu, dünkü yazısında şöyle diyordu: “Geçenlerde Sayıştay görevlileri, Anayasa’nın 160’ıncı maddesinin kendilerine verdiği yetki ve sorumlukla, TSK’nin kullandığı devlet mallarını denetlemek istediklerinde, bir askeri binaya alınmadılar.” (Today’s Zaman)
Ayrıca eski GK. Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın hedef aldığı TESEV tarafından hazırlanan savunma almanağında da yine Sarıibrahimoğlu’nun imzası vardı.
Ancak üst düzey komutanların ağzından, “Bizi ancak millet denetler” gibi cümleler çıkabiliyor.
İyi de zaten millet bu denetlemeyi, Meclis ve dolayısıyla Sayıştay aracılığıyla yapamayacak mı? O halde sorun ne?
Demek istediğim şu: Konusunun uzmanı olan bir savunma muhabiri, ciddi sorular yöneltmeye başladığında, suratlar asılabilir.
Buna gerçekten hazır olup olmadıklarını merak ediyorum. Akreditasyon barajıyla, uzmanları salonun dışında tutup çaylaklarla toplantı yapacaklarsa; o başka!
Gelelim ikinci konuya:
Bin kere duyduğumuz bir sözü, Başbuğ bir kez daha dile getirmiş: “Bizi siyasetin içine çekmeye çalışmayın.”
Hep merak etmişimdir; mesela bir sözlük cini, “laiklik ve irtica” kelimelerini dilden silse; bizim askerler nasıl konuşur?
Herhalde atacakları nutukların uzunluğu en azından yarıya iner.
Bu “siyasete çekilmek” ve “siyaset üstü olmak” gibi iddialarla kurulan söylem de, “laiklik” ve “irtica” ile aynı kaderi paylaşıyor: Gerçek değil!
Herhalde koca kurum, kaşarlanmış üç beş sivil politikacının, bir iki gazetenin çağrısına uyarak siyasete müdahil olmuyor.
İşin aslı şu: Bazen toptan, bazen de bir bölümüyle, TSK siyasete müdahale ediyor.
367’nin Anayasa Mahkemesi’nde kabul edilmesi ve böylece Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmaması için 27 Nisan 2007’de yayınlanan e-muhtırayı veren kim?
“Lahika-1” de denilen, Eylül 2007 tarihli “Eylem Planı” hangi kurumun bünyesinde hazırlandı? Sivil siyasetçileri kim fişledi?
Başbuğ eğer bu sözle, komutanlar için “Güzel konuşuyorlar ama başka şeyler yapmak gerekir” diyen CHP Başkanı Deniz Baykal’a mesaj gönderiyorsa o başka.
Yoksa bizim ordu, cumhuriyet kurulduğundan beri öyle ya da böyle siyasetin içindedir. Bunu hepimiz biliyoruz; değil mi?
Sabah, 17.9.2008
|
Emre Aköz
18.09.2008
|
|
|
Türkiye’nin AB niyeti sorgulanıyor... |
Geçen hafta Dışişleri Bakanı Ali Babacan, bir grup AB uzmanı, gazeteci ve öğretim üyesiyle bir araya geldi ve uzun uzun “ AB hedefi değişmedi ve herşey planlandığı gibi yürüyor” mesajını verdi.
Ali Babacan’ın yalnız kalmadığını, bu köşede ileri sürüldüğü gibi, AB ile ilişkilerin ele alındığı son kabine toplantısında, diğer Bakanların olumsuz bir tutum aldıkları hakkında yazılanların doğru olmadığını anlattı.
Ulusal Programı içtenlikle savundu. Yakında somut bir belge olarak resmileşeceğini söyledi.
Ancak, toplantıya katılanların sık sık, “ Söyledikleriniz çok güzel de, kamuoyuna elektrik veremiyorsunuz. Eski heyecan kalmadı. Gerektiği hızla mesafe alınmadığı izlenimi yaygın” diye, kamuoyundaki havayı yansıttılar.
Ali Babacan ne kadar aksini savunursa savunsun, son haftalarda aynı hava Avrupa başkentlerinde de esmeye başladı.
Ankara’da neler olduğunu anlayamıyorlar. Özellikle iktidarın niyetlerini bir türlü çözemiyorlar.
AB-Türkiye ilişkilerini çok yakından izleyen bir yetkilinin deyişiyle, “Türkiye’nin Avrupa’daki imajı yükselirken, hükümetin bu tutumuna anlam verilemiyor”.
Genelde beklenen, kapanma davasının ardından AKP’nin bütün gücüyle Avrupa projesine sarılacağı ve hem iktidarını, hem de varlığını, Kopenhag Kriterlerine bağlayacağı şeklindeydi.
Hayrettir, ancak genel gidiş bu yönde değil.
İşin talihsiz yanı, bu soğukluğun Türkiye’nin Avrupa başkentlerindeki reytinginin yükselmeye başladığı bir döneme rastlaması.
Suriye-İsrail barış görüşmelerinde oynadığı rol, Gürcistan’ın Rusya tarafından işgaliyle birlikte, bölgede artan etkinliği ve Gül’ün son Erivan ziyareti, Ankara’nın yıldızını parlattı.
Böyle bir ortamın yarattığı avantajlardan yararlanması beklenen Türkiye’den ise, tam tersine ses çıkmıyor. Ne heyecan kalmış, ne de eski çalışma temposu.
Pazartesi günü Brüksel’de, Türkiye-AB troyka toplantısı vardı. Babacan’a aynı sorular soruldu mu, bilemiyorum. Sadece, AB komisyonunun da ilişkilerin gidişinden memnun olmadığını biliyorum.
AB Komisyonu, bu ilişkilerin rayından çıkmaması için çırpınırken, Fransa ve Almanya’yı ikna etmeye çalışırken, tek ümidi Türkiye’nin yükümlülüklerini hızla yerine getirmesiydi. Oysa şimdi, Türkiye de ayak sürüyor gibi bir tutum içinde.
İşte bundan dolayı, “Erdoğan, yavaş yavaş AB’den uzaklaşıp, Türkiye’yi bağlantısız bir konumda mı tutmak istiyor?” sorusu soruluyor.
Acaba bu uzun vadeli bir süreç mi, yoksa mart 2009 ara seçimlerine kadar devam edip, sonradan değişip tekrar rayına oturacak bir siyasi tercih mi?
Ben çözebilmiş değilim. Bilen varsa yazsın da öğrenelim.
AB’nin ayak sürümesi
Türkiye’yi çok etkiledi
Şimdi bir de madalyonun öbür yüzüne bakalım. Türkiye’nin heyecanı azaldı, yavaştan alma eğilimi artmasına arttı, ancak AB’nin de bu gelinen noktaya katkısı hiçte az değil.
Başta Sarkozy olmak üsere, müzakerelerin başladığı günden itibaren, Türkiye’nin üzerine sürekli soğuk su döktüler. Yapılan açıklamalar, Türkiye’nin Avrupalı olup olmadığının tartışılması, Kıbrıs konusundaki tutum ve müzakere başlıklarının hazırlanmasında görülen patinaj, Ankara’yı tahminlerden de çok etkiledi.
Siyasi atmosfer zaten bozuktu, AB’nin tutumu, iktidara cesaret vereceğine, tam aksine ümitsizliğe itti.
Kamuoyunda zaten sayıları az olan AB taraftarları da bu olumsuz kampanyadan paylarını aldılar. Yoruldular, bıktılar ve büyük bir bölümü mücadele etmekten vazgeçme noktasına geldi.
Şimdiye kadar hiçbir aday ülkenin müzakere sürecinde, böylesine bir yavaştan alma eğilimi görülmemiştir.
Bir örnek vereyim.
Bu müzakerelerin içindeki üst düzey bir Türk yetkilinin verdiği bilgiye göre, masaya konacak 33 bölümden sadece 10’unun taraması tamamlanabilmiş durumda.
AB’nin bu yaklaşımı, Türk kamuoyunu küstürdüğü gibi, siyasi iradeyi de törpüledi. Belki siyasi irade fırsat kollamış olabilir. Ancak, gelinilen nokta ortada.
Türkiye’nin bundan sonra atması gereken adımlar, ülkenin temelden değişimini getirecek önemde. Hem büyük heyecanlanmalar gerektirecek, hem de kamuoyu eleştirilerini arttıracaktır.
İşte gelinilen nokta...
Brüksel ve Ankara, el ele bu işbirliğini yavaşlatıyorlar.
Anlayacağınız, sorumluluk sadece iktidarda değil. AB’nin de çok payı var.
Posta, 17.9.2008
|
Mehmet Ali Birand
18.09.2008
|
|
|
CHP ve halk |
Türkiye’deki siyaseti düşündüğüm zaman aklımda bir anı canlanır:
CHP’li bir arkadaş Karadeniz’de seçim çalışması yapıyormuş.
Bir köye giderken yolda, iki koca kova içinde su taşıyan, zorlukla yürüyebilen yaşlı bir kadın görmüş.
Hemen yardımına koşmuş.
“Ana” demiş “Sen yorulma ben şu suları taşıyıvereyim evine kadar.”
Kadıncağız “Allah senden razı olsun evladım!” diyerek kovaları vermiş.
Ana önde, bizim arkadaş peşinde, tepeye tırmanıp kadının kulübemsi evine varmışlar. Bu arada bizim arkadaşın da nefesi tükenmiş tabii.
Kadıncağız ona dualar etmiş, “Tuttuğun altın olsun evladım” diye sırtını sıvazlamış.
Bizim arkadaş “Ben CHP’den geliyorum anacığım. Artık oyunu bize atarsın!” deyince kadın bir kızmış, bir kızmış.
“Tüüüü” demiş “Bu su da mundar oldu desene. Şimdi yine çeşmeye gitmem lazım.”
Sonra bizim arkadaşın şaşkın bakışları arasında iki kova suyu toprağa dökmüş. Bizimkini de kovmuş oralardan.
(...)
Gelin de bu halka derdinizi anlatın bakalım.
Vatan, 17.9.2008
|
Zülfü Livaneli
18.09.2008
|
|
|
Hiçbir parti sonsuza kadar iktidarda kalamaz |
Hep söylenir ya...
- Bozulup havada kalmış uçak yoktur. Bütün uçaklar şu ya da bu şekilde yere inerler!
Bu söylemin siyasete uyarlanması da şöyledir:
- Demokrasilerde sonsuza kadar iktidarda kalmış bir parti yoktur. Bütün siyasi iktidarlar yıpranırlar ve bir gün muhalefete düşerler.
İnançlı siyasetçilerin bu söylemleri değerlendirme biçimi de herhalde şöyle olmalıdır:
- Nasıl hiç ölmeyecekmiş gibi çalışıyor ve yarın ölecekmiş gibi davranıyorsan, iktidarın sorumluluğunu taşırken de kaderinde bir gün muhalefet olmanın bulunduğunu hiç unutma.
Bugünkü Türkiye’nin siyasi ortamına gelirsek...
İktidardaki AK Parti’nin “alternatifsiz” olduğunu yazıp söylemeyen yok.
Ancak hiç unutmayalım ki “Alternatifsizlik”, aynı zamanda “Tek Parti” olmak anlamına gelmiyor çoğulcu demokrasilerde.
Bir partinin belirli bir zaman diliminde çok güçlü ve hatta alternatifsiz olması, geçicidir.
Her şey değişebilir
Bir dış olay, ekonomideki bir kriz, bir büyük skandal tüm tabloyu değiştirebilir.
Burada Türkiye’nin siyasetine özgü önemli soru, şu olabilir:
- Diyelim ki bir dramatik gelişme AK Parti’yi zayıflattı. Peki ama zayıflayan AK Parti’nin bırakacağı iktidar boşluğunu hangi siyasi parti doldurabilecek konumdadır? Neticede kamuoyu yoklamalarında muhalefet partilerinden hiçbiri hatırı sayılır varlık gösteremiyorlar. Bu tablonun da geçici olabileceğini söylemeliyiz.
(...)
Gerçek gündem
Ve bu vesile ile, Türk siyasetinin “gerçek gündem” maddesi olan “Ekonomi”ye dönmesinin kaçınılmazlığını vurgulayalım.
Gerçekten de AK Parti iktidarının ateşle imtihanı ekonomi alanında başlamaktadır.
Sadece akılcı ve faydacı politikalarla büyümenin ve istikrarın sürdürülebileceği günler, dünle beraber bitmişti.
Şimdi krizlere karşı hazır paketlerin bulunması, “Kriz yönetimi modeli”nin üretilmesi gerekiyor.
Amerika’ya, Avrupa’ya, Asya’ya baktığınız zaman ne demek istediğimizi anlayabilirsiniz. Çok büyük ve köklü finans kurumları batıyor, el değiştiriyor ya da kurtarılıyor. Piyasalardaki çöküşleri frenlemek için yüzlerce milyar dolarlık devlet fonları pompalanmakta.
Dış ödemeler dengesindeki açığı yabancı sermaye girişi ve sıcak para ile karşılamak durumundaki Türkiye için, bu dış konjonktür büyük zorluklar yaratacaktır.
Ayrıca dış talepteki düşüş, ihracatımızı da etkileyebilecektir.
Büyüme hızındaki yavaşlama “işsizlik” sorununu daha artıracak, enflasyondaki tırmanma orta ve dar gelirli kesimleri daha da zorlayacaktır.
Kötümserlik değil
Bunları kötümserlik kehanetleri olarak algılamamalıyız.
Böyle durumlarda AK Parti iktidarı, bugüne kadar olduğundan farklı bir görünüm sunmalıdır topluma.
Yani bir “dar çevre” iktidarı görüntüsünden çıkmalı, algılama antenlerini tüm kesimlere ve özellikle piyasanın yurt ve dünya gerçeklerini doğru algılayan kesimlerine de açmalı ve “Kriz Yönetimi”ni hemen devreye sokmalıdır.
(...)
Açık söyleyelim.
İktidarın “cicim dönemi” sona ermiştir.
Şimdi her sorunun büyütülerek tartışılacağı günler gelmektedir.
Hiç unutmayalım. Nasıl sermaye ürkekse, seçmen de oynaktır.
Demokrasinin sağlığını ve değişim ile yenilenmeyi de, zaten bu yüzen ve gezen oylar sağlar.
Sabah, 17.9.2008
|
Mehmet Barlas
18.09.2008
|
|
|
Mahkeme karar verirse... |
Benim Refah Partisi’nin kapatılması davasında zihnim netti. Anayasa Mahkemesi kararını asla benimsemedim. Gerekçelerin tamamı ideolojikti ve sağlıksızdı. Onun için de bütün varlığımla bu kararı eleştirdim.
Benim, AK Parti’nin kapatılması davasında verilen “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak” kararı karşısında da zihnim çok net. Bu kararı da son derece ideolojik, tarafgir ve yanlış buluyorum. Bunu da açıkça yazıyorum. Ama, sevgili dostlar, “Kayıp Trilyon” davasında zihnim o kadar net değil.
Net değil, derken, “Ne oldu orada?” sorusunun cevabını bulabilmiş değilim. “O para nereye gitti?” sorusunun cevabını da... O dava dolayısıyla hapis yatan il başkanlarından bazıları ile değişik vesilelerle görüştüm. Dertliydiler. Onların derdi beni de yaktı.
Mahkemeden çıkan mahkumiyet kararına inanmak istemiyorum, çünkü, bunun adı yolsuzluktur ve itham edilen kişilere bu yolsuzluğu kondurmak istemiyorum. Ama içimdeki sorular da bitmiş değil. Ak Parti döneminde ortaya atılan yolsuzluk iddiaları...
Bu çerçevede, şu yaşanan hadise, Almanya’daki Deniz Feneri olayı... Bunlar konusunda da şu ana kadar zihnen netleşmiş değilim. CHP’nin kategorik muhalefetine inanmak istemiyorum, Doğan Medya Grubunun, bu işe hangi niyetlerle abandığını bildiğim için onunla paralel kanaatler içine girmekten de kaçınıyorum, bunun için ortaya atılan iddiaların doğru çıkmamasını istiyorum, ama, görüntü, benim içimi durultacak kadar net değil. Yarın...
Alman mahkemesinde “Burada kirli bir iş var, şunlar şunlar şunlar, bu işin içinde, “ şeklinde, benim bugüne kadar dürüstlüklerine çok güvendiğim insanları da kapsayacak şekilde bir karar çıkarsa ne yapmalıyım? -Bu, Almanlar’ın bir oyunu, diye mi düşünmeliyim?
Kendi kendime; -Alman hükümeti, Türkiye’yi küresel anlamda yıldız ülke haline getirdiği için AK Parti’yi ve bir “Müslüman” sivil toplum kuruluşunu yıpratmak için böyle bir yola başvurdu, gibi yorumlara mı gitmeliyim? Bu benim içimi durultur mu?
Yoksa olaya; -Bu bir mahkeme kararı, mahkeme, kendi saygınlığını gölgelemek pahasına bir oyunun içine girmez, gibi mi yaklaşmalıyım? Ben veya, fikri akrabalık sebebiyle bu işlerin bulanık serpintilerinden etkilenen insanlar ne yapmalı? Şu, holdingler meselesi...
Evet, “islami sermaye”ye karşı bir operasyon vardı. Dindar insanların mali imkanlarının artması ve bunların, din hizmetlerine yöneltilmesi karşısında devlet operasyonu yapanlar, kirletme kampanyası yürütmekteydiler. Para toplama işinin içine “Yüzdeci Hocalar” da girmiş ve bu sebeple işin adı “İslami holding” olmuştu.
Ben buna “İslami holding” diye bakıp, onu kutsamalı mıydım? Her türlü iş tutuş tarzına onay mı vermeliydim? Bu yolla sağlanan sermaye birikimini, “islami zenginlik” için olmazsa olmaz mı kabul etmeliydim? Her şeyi, “Yeşil sermaye”ye karşı yürütülen operasyona yamanmamak için meşru mu görmeliydim? Ya bu işlerde gerçekten kirli işler var idiyse ne olacaktı?
O zaman, “Bu işlerde yanlış giden bir şey var” sözünün bir çok mahfilde konuşulduğunu biliyorum. Ama, bir yanda o “Yeşil sermaye” operasyonu, bir yanda yanlış yapılanma, sanki birbirini meşrulaştırdı ve sağduyu boğuldu. Bülent Arınç diyor ki: -17 yıldan beri parlamenterim. Bütün birikimim 65 bin lira. Bu ifadenin içinde, benim yaşadığım sancı yok mu?
Bu ifadede, “Birileri üç - beş yılda nasıl dolar milyoneri oluyor?” sorusu yok mu? Ben, bu sancının, AK Parti’de birçok insanın yüreğine yük olduğunu düşünüyorum. Demek istiyorum ki, -Bırakın insanlar sizin sadece ideallerinizi savunsun.
Kimse “ideal”le iç içe geçirilmiş “yanlışlıklar”ı savunmak zorunda bırakılmasın. Mahkemelerin tüm kararlarının adil olacağına dair bir inanç içinde değilim. İdeolojik tavırların, mahkemeleri de etkileyebileceğini hep düşünürüm.
Ama, böyle bir kanaat için de, sağlam gerekçeler gerekiyor. Birileri, “Bunları ideolojik olarak suçlamak bunlara güç kazandırır. Onun için adi suçlarla itham edip, mahkum edelim” diye düşünüp, sizin ayağınızın kaymasını bekliyor olabilirler.
“Kayıp trilyon” dosyası ne yazık ki mahkeme kararıyla arşive giriyor. Yarın “Deniz Feneri” ve onun uzantıları da mahkeme kararıyla arşive girerse ne kadar kötü olur. Başbakan Erdoğan’ın ülke için çırpınışlarının, yolsuzluk iddiaları ile gölgelenmek istenmesi, ne kadar ifritane bir plandır.
Onun için diyorum, bir yolsuzluk iddiası karşısında asla savunmacı bir pozisyona girmemeli ve en radikal duruşu, Sayın Başbakan sergilemelidir.
Bugün, 17.9.2008
|
Ahmet Taşgetiren
18.09.2008
|
|
|
|