Ne desem bilmiyorum ki... Bir ülkenin bu kadar çok sayıda şehit vermesine ne ad vermeli?
“Düşük yoğunluklu savaş” değil, çünkü sadece henüz geride bıraktığımız ağustos ayının “yoğunluğu” bile dehşet verici.
Neredeyse çocuk yaştaki askerler can verirken bize çetelesini tutmak kalıyor sadece.
Öğrenmek istedim; bakalım sadece ağustostaki toplam sayı kaç diye.
Bilmem belki de benim beceriksizliğimdendir, net rakamı bulamadım doğrusu. Aklıma gelen (başta Genelkurmay) bütün siteleri ziyaret ettim, hiçbir yerde yoktu.
Gazete haberlerinden toparlayayım bari dedim. Altından kalkamadım. Kendime göre bir liste çıkardım. 2 Ağustos’dan başlayıp 31 Ağustos’a uzanan uzun bir şehitler listesi. Geriye doğru gidecek olursak: 30 Ağustos 2 şehit, 27 ağustos 1 şehit, 18 ağustos 1 şehit, 17 Ağustos 1 şehit, 15 ağustos 1 şehit, 12 Ağustos 9 şehit, 11 Ağustos 1 şehit, 10 ağustos 1 şehit, 7 Ağustos 1 şehit daha... “Yeter artık ayıp oluyor” dedim kendi kendime, “Çocuklar birer beşer ölüyor, sen çetelesini tutuyorsun.”
Neredeyse bu memleketin kaderi halini alan ve izahı mümkün olmayan bir savaşın (bu savaşın adının “simetrik” mi yoksa “asimetrik” olduğu beni hiç ilgilendirmiyor açıkçası) ömürlerinin baharında canlarını aldığı onlarca çocuk.
Siz ne düşünüyorsunuz bilemem ama bana göre “barış”, dünyanın bir bölümünde olduğu gibi bu “yurt”tan da elini ayağı çekmiştir. Bu ülke bu haliyle AB’den filan çok önce dünyada savaşın gündelik hayatın ayrılmaz bir parçası haline geldiği ülkeler ligine girmeyi hak eden bir “vatan”dır artık. Çocuklarını “şehit olmaları” için sıraya dizen bir “vatan”. Uğrunda ölündükçe “vatan” olan bir toprak. Oysa o çocuklar da bir iş tutacak, düğünler yaparak ev bark kuracak, “çoluk çocuğa” karışacak ve vatanlarının sefasını süreceklerdi...
Kim ne yapmalı bilmiyorum. Ama kim ne yapacaksa yapmalı ve ülke aynı zamanda “savaş hali” olarak anlaşılan “tabii hal”den bir an önce çıkıp “sivil hal”e kavuşmalıdır.
Vatanın “etkisiz hale getirilen” çocuklarını, onları da bekleyen ama ulaşılamamış benzer hayatları unutmuş değilim. Ancak tarafların “simetrik” (sözcük şimdi yerine oturdu) olarak değerlendirilmesi büyük hatadır. Çünkü bir yanda gönüllü-gönülsüz ama “zorunlu” bir “vatandaşlık görevi”, öte yanda ise ne ve niçin olduğunu kimsenin anlayıp-anlatamadığı bir “gönüllülük” durumu söz konusudur.
Org. Bağbuğ, terörle mücadeleye konusunda “Güvenlik kuvvetlerinin asıl hedefi, yaşanılan terör eylemlerini kabul edilebilir bir seviyeye getirmektir” diyor.
Neresidir bu “kabul edilebilir seviye”, nerede başlayıp nerede bitmektedir?
Ne yani, bizler, yani Türkiye sınırları içinde yaşayanlar “ebedi bir barış” gibi boş hayaller kurmayalım mı? “Ebedi barış” dediğim filozofça hayaller değil; bu kavramdan burada, Amerika, Avrupa ve de başka nerede ise demokrasilerin sağladığı savaşsızlık ortamını anlıyorum.
Bu bizim de amacımız, olmadı hayalimiz olamaz mı? Biz hep böyle, ya da en iyi ihtimalle “kabul edilebilir” cinsten terör eylemleri ile birlikte mi yaşayacağız? Bu kader ülkemizin –o olmaz olsun- “jeo-politik-jeo-stratejik” öneminden mi kaynaklanıyor yoksa?
Konuyu kapatmadan bir kere daha söyleyelim: Hayır, bu böyle devam edemez; Türkiye, her ay adları ve görev yerleri alt alta yazılan şehitlerinin çetelesi tutulan bir ülke olarak kalamaz, kalmamalı.
Alışkanlık haline gelen bu toplumsal psikolojiyi aşmak için –mutlaka- bir şeyler yapmak lazım. Her şeyden önce bu “toplumsal psikoloji”den artık son derece daraldığımızı yüksek sesle duyurmamız lazım. “Kabul edilebilir” olanı önce zihnimizde tanımlamamız lazım.
Yeni Şafak, 3.9.2008
|