Mesut Uçakan 1978’den beri sinema sektöründe yer alan bir isim. Onunla yaptığımız sohbette ‘Anka Kuşu’nun Mesut Bey’in hayat yolculuğuyla eş değer seyrettiğini fark ettim. Sohbette
cevapları veren; bazen Mesut Uçakan’dı, bazen Selman. Zaten o da karakterlerdeki kendi izlerinden kaçmıyor.
‘Anka Kuşu/Bana Sırrını Aç’ Mesut Uçakan’ın bir sorusunun cevabı. Her cevap yeni bir soruyu getiriyorsa, beraberinde bu cevap hangi soruyu getirecek göreceğiz. Tabiî bu film yeni bir filmin daha gelmesine sebep olursa…
*Çok önemli sinema filmlerinin ardından, yine iddialı bir yapımla seyirci karşısındasınız. ‘Anka Kuşu’ sizin için ne ifade ediyor?
‘Anka Kuşu’ bildiğiniz gibi bizim kültürümüzde çok önemli bir yeri olan efsanedir. Efsane diyorum, ama direkt hayatın kendisini anlatan sembolik bir öyküyü içeriyor. Bu öyküde insanın kendi hakikatini eşya ve hadiselerin sırrını keşfetme serüveni var. Anka kuşları, ölümsüzlük sırrını elde etmek için Kaf Dağındaki bilgiye ulaşmak üzere yola çıkar. Fakat geçmeleri gereken yedi derin vadi vardır. Bu vadileri çoğu geçemez. Kimisi oralarda kalır, çoluk çocuk sahibi olur. Kimisi geri dönmek ister, çünkü eşini, dostunu düşünür. İçlerinden çok azı ‘Kaf Dağı’na ulaşır ve oradaki bilgeden öğrenir ki, Anka ‘ölümsüzlük’ demekmiş. O bu yolculuğu yapmasa, bunu öğrenemeyecekti. Tabiî bu yolculukta sembolik bir olay. Biliyorsunuz, yedi derin vadi, aslında tasavvufta nefsin aşılması gereken yedi halidir.
* Siz kendinizi hangi halde görüyorsunuz?
Biz ‘seyr-ü süluk’ dediğimiz yolculuğa çıkma sancısını anlatıyoruz. Filmin kahramanı eşya ve hadiseleri sorgularken, bir travma yaşıyor. Bir hafakan dönemi geçiriyor. Çünkü, küçükken aldığı o ışık, bu ışığı veren evrelere zamanla yabancılaşmış olmasına rağmen, peşini bırakmamış. Öyle bir aşka düşürmüş ki, onu kendisi için kurtarıcı olan bilgenin, “kim aşka esir düşerse kurtulur” sözleri çerçevesinde, o aşk onu İlâhî aşka götürüyor. Merve diye tapacak kadar sevdiği kızın, gerçekte olmadığını görüyor. Gerçekte olmayınca da aşk meselesi asıl noktayı buluyor. O bilgenin eteğine kapanıp hüngür hüngür ağladığı dönem, teslim olma dönemidir ve asıl süreç ondan sonra başlar. ‘Teslim olma’ noktasına gelmiş ve teslim olduktan sonra bu hali yaşayan insanlarda film çekmek gibi gevezelikler görmezsiniz. Onlar yaşarlar. Hal planında pişmeye çalışırlar. Biz de bu kadar sözünü ediyorsak, o hallere girmediğimiz içindir. Bir çok metafizik konulara el atan tasavvufun, ‘ilm-i ledün’ bahsini açıklayan Allah dostlarının kitaplarıyla hem hal içindeyiz. Onlardan aldığımızı iletmeye çalışıyoruz. Bunu iletirken de canhıraş bir vaziyette, bizim de öyle bir ölümsüzlük sırrının peşinde olduğumuzu ve böyle bir kurtarıcı aradığımızı seslendiriyoruz aslında.
*Bir yönetmene ‘filminizden bahseder misiniz?’ sorusunu sormak biraz garip elbette. Anlatacağınız her şeyi zaten söylemişsinizdir filminizde. Ben, “Anka Kuşu’nun koru, içinize ne zaman düştü diye” sormak isterim?
Eser konuşur, yönetmene susmak düşer. Seyircilerimiz yönetmeni biraz daha tanırlarsa, onun dünyasını dikkate alarak esere bakarlarsa, eseri daha iyi anlayabilirler. O çerçevede, bu konuşmaların faydası olacağını düşünüyorum. ‘Kor’ meselesine gelince, gerçekten çok samimî bir şekilde inancını yaşama cehdi içerisine giren herkeste bu ‘kor’un olması lâzım. Ancak o korun yakmaya başladığı, metafizik sancıların, hafakanların, travmaların başladığı dönem, başka bir hidayet gibi geliyor bana. Orda aşk başlıyor demektir. Bir Allah dostu çok çarpıcı bir şey söyler; “Sevin. Eğer Allah seni sevmeseydi, sen Allah’ı sevemezdin.” Bunu yakaladığınız zaman, tabiî titriyorsunuz. Eğer, ilk filmim “Lânet”de bile böyle bir inancı haykırma sancısı içerisine girmişsem, bu ateş çok önce düşmüş demektir. Önceki filmlerimde buna benzer tipler çizmiştim. Özellikle metafizik hafakanları dikkate alan bir film çekmemiştim. Bu yüzden ‘Anka Kuşu’ bir ilk. Sadece benim filmografimde değil, Türk filmleri tarihinde de bir ilk.
*İlk olması anlaşılmayı da güçleştiren bir şey değil mi?
Konunun kendisi ağır tabiî. Ben bu yaşa gelinceye kadar tadabildiğim tatlardan, sohbetlerimizden o iç tefekkürlerimizden gözyaşlarımız sonucu bana yansıyan sırları, hakikatleri dehşetli bir şekilde böyle hayret makamında durarak vermeye çalıştım. Film seyircisi genelde üniversite talebesidir. Onlar için bu konular gerçekten ağır. Hem öyle ağır ki, yaptığım konuşmalarda da bu örneği veriyorum. Benim yanıma iki üniversiteden ayrılıp sinema tv okumaya karar veren bir genç kız asistan olarak gelmişti. Ona, “Film çekmek için İstanbul Valiliği’nden izin almamız lâzım, bir dilekçe yaz” dedim. Gelen dilekçe de “İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Valiliği’ne” yazıyordu. İşte bu yüzden ağır. Şimdiki gençler, ne yazık ki, futbol ve müzik bilgisi dışında çok boş. Bir filme milyarlarca para dökülüyor. Eğer maksadınız, yine bu seyirciye ulaşmaksa, konuyu olabildiğince anlaşılır kılmak gerekiyor. Filmde bir dram, bir aşk var. Biraz da bunlara güveniyoruz. Ama bunun yanında, bu konuları bilenlerin de ellerini daldırdıklarında alabilecekleri konular var. Onun dışında, zaten benim anlattığım kendi kapasitemle sınırlı, ki benim anlattıklarımın ötesinde ne mânâlar var.
*Metafizikle ilgilendiğiniz için mi Anka Kuşu’nu çektiniz? Anka Kuşu’nu çekmeye karar verdiğiniz için mi metafizikle ilgilenmeye başladınız?
Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan meselesinin ucunu bulamazsınız. Siz bir kıpırdı, bir aşk kıvılcımı, bir heyecan duyuyorsanız, hemen karşınıza bir takım satırlar çıkarıyor sevdiğiniz. Filmde şöyle bir cümle var: “Bu sırra her isteyen ulaşamaz. Ulaşabilenler, ancak isteyenlerdir.” Başta istemek geliyor haliyle. Talep ettikçe sırlar da geliyor. Abdulkadir Geylani’nin ‘Gavsiye’sinde “Aşk benim, aşık benim, maşuk benim” diyor. Bir süre sonra insan bu noktaya geliyor. Ötesi ‘Enel Hak’ mevzusudur ki, Hallac-ı Mansur’un kellesi gitmiş. Ben sırrı deşifre ettim. Çağımızda metafiziğin perdesi yırtıldığı için, kuantum fiziğiyle, son teknik gelişmelerle “madde madde” diyen Batı, metafiziğe ulaştı. İslâmın metafizik boyutunu ortaya çıkarmak lâzım.
*Filmin Bolu’daki galasında; “Günahlarımla böyle bir konuyu anlatmaya çalıştım. İstirham ediyorum, filmi izlerken benimle dost olarak izleyin. Montaj şöyle, oyuncu böyle diye düşünmeyin. Bunlar basit şeyler. Bunlara takılmayın. Biz hayatı sorguluyoruz. Biz kimiz, onu sorguluyoruz” cümlelerini kurmuşsunuz. Nedir size bu cümleleri sarfettiren şey?
Çok güzel bir noktaya değindiniz. Bizim insanımız fikir ve estetik olarak parçalanmış. Aynı inanca sahip on entelektüeli bir araya getirin, ortaya bir konu atın birbirleriyle kavga ederler. Uzmanlardan örnek veriyorum, bir de avamı düşünün. Daha önceki filmlerimde biri ‘çok güzel’ derken, diğeri ‘berbat bu film’ demişti. Bunlara takılmamaları için söyledim.
*Senaryolarınızı da siz yazdığınız için sormak istiyorum. Filmdeki karakterlerin ne kadarı sizsiniz?
Psikoterapistler derler ki, herkesin yaptığı her davranış, aslında insanın karakterini ortaya koyuyor. Yürüyüşü, konuşması, yazması, yaptığı işler… Yaptığımız işin her hücresinde biz varız. Bazı filmlerde direkt kendimi anlattım. ‘Anka Kuşu’ bunun en açık örneklerinden. Karakter bir yönetmen üstelik. Hep soruyorlar, “Filmdeki karakter siz misiniz?” diye. Duygu ve düşünce, akıl ve sancı olarak benim, ama yönetmenin yaşadığı o öyküyle benim yaşadığım hayat süreci farklı.
*Çıkış noktalarınız da karakterinizle aynı o zaman?
Kesinlikle. Orda bütün oluşan sorulara verdiğim cevaplar-ki bu konuda her cevap yeni bir soru oluşturur-benim içimdeki soru ve cevaplardı.
*Filmi Matrix’le ve ‘Takva’yla kıyaslıyorlar. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Bizim insanımızın zaaflarından biri de bu. Yeni bir şey gördüklerinde, hemen başka bir şey çağrışıyor. Gerçi bu, insan zihninin doğal yapısı. Haklı oldukları taraflar var. Matrix’le fikrî anlamda örtüşen yanlarımız var. Örtüşen yanlarımız yüzde yirmi ise, örtüşmeyen taraflarımız yüzde seksen. Ama bunu göremiyorlar. Hayata bakarken, görünen her şeyin simülasyon olduğunu kuantum fizikçileri söylüyor. Bu yanılsama niye var, hikmeti nedir, biz tasavvufta arıyoruz. Tabiî, onlar bu hikmeti kavrayamadıkları için, maddesel olarak maceracı bir ruhla arıyorlar. Ticarî sinemayı bildikleri ve paraları çok olduğu için de dövüş sahneleriyle dikkat çekiyorlar. Biz de bu tarz sahneler yok.
* Siz ‘Anka Kuşu bir kesimin filmi değil’ diyorsunuz, ama Kenan Bal “Ben bir oyuncuyum. Kendi çıkışlarımı Mesut Uçakan gibi yapmıyorum” diyor. Filmin oyuncunun bu cümleleri kurmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kenan Bal çok değerli bir oyuncu. Oyunculuğu çok güçlü. Şu ana kadar tanıdığım en centilmen insanlardan. Şiirler yazar, bana yazdığı şiirler de vardır. Çok sevdiğim biri. San’ata ve bize karşı son derece saygılı. Ama zaten her oyuncu benimle birebir örtüşemez ki... Bursa’daki galada da bu tarz şeyler soruldu. Ben Kenan Bey’le bu meseleyi görüşmedim, ama ısrarla “Mesut Bey‘le örtüşüyor musunuz?” gibi sorular sorarsanız, bu tarz cümleler kurulması doğal, ki ben kendisinin böyle bir şey söylediğini sanmıyorum.
* Anka Kuşu’ndan sonra bu işe devam edip etmeyeceğime karar vereceğim dediğinizi okudum. Doğruluk payı nedir?
1978 yılında ilk filmimi çektim. O zamanlar küçük katılımlar sağlayarak çekiyorduk filmleri. On kopya çıkıyordu, o on kopya bütün Anadolu’yu dolaşıyordu. Şimdi sistem değişti. Kapitalistleşme süreci içindeki pazarlama Türkiye’ye de geldi. “Kelebekler Sonsuza Uçar” filmini 250.000 ‘mark’a (125.000 Euro’ya) mal etmiştim. Şimdi bakıyorum 900.000 YTL’ye yakın masraf çıkmış. Şimdi filmler bütün Türkiye’de aynı anda vizyona giriyor. O kadar kopya bastırıyorsunuz, tuttu tuttu, tutmadığında ne bir sinema istiyor, ne de bir tv kanalı. Olduğu gibi, yüzbinlerce lirayı çöpe atmış oluyorsunuz. Ben ekonomik olarak alt yapısı sağlam biri değilim. Hatta, bana para kazandıracak bir çok teklifi, duruşumu değiştirmemek adına kabul de etmedim. Kelimenin tek anlamıyla son derece züğürt bir yönetmenim. Bu filmleri nasıl çekiyorum? Kültür Bakanlığının kredisini kullanıyorum. Birisi projemi kabul ediyor, proje ortaklığı çerçevesinde bir ucundan tutuyor. Başka biri emeğini katıyor. Ben de bu şartlarda bir daha film çekemeyeceğimi söyledim. Ama bir iş adamı verir parayı, o zaman çekerim. Sonrası geçim sıkıntısını doğuruyor. Bu da kısa vadeli sıcak paralara yöneltir ki, bu da beni ucuzlamaya mahkûm edebilir. Geçim belâsına düşmek zorunda kalırsam çok büyük travmalara tekrar girerim.
Ben hâlâ otuz yıl sonra geçim sıkıntısından söz ediyorsam, bu çok ağlanacak bir hal, ama Mesut Uçakan adına değil. Bizim dünyamız adına ağlanacak bir hal. Çünkü ben çok samimî bir mücadele verdim onu sürdürmeye çalışıyorum. O kadar politik ve ticarî fırsatlar çıktı, taviz vermemek adına reddettim. Benim Türk toplumundaki yerim bu kadardır işte. Bu, yeni neslin de önünü tıkayan bir olay. O gençlere de herkesten çok ben acıyorum. Çünkü İletişim Fakültesi’nde eğitim alan İslâmî hassasiyete sahip gençlerimiz var. Çoğu da benim etrafımda. ‘Bu bile film çekemiyor biz nasıl çekeceğiz?’ diyorlar. Bu sebeple tv’de daha çok yer alıyorlar. Bizim alanımız, bizim mücadelemiz çok farklı. Bir çile istiyor. Çünkü çok büyük rakamlar. O rakamlarla er meydanına çıkmak kolay değil. Bir tv dizisi 5-6 günde montajlanıp yayına sunuluyor. Bizim çektiğimiz filmlere bakıyorum. Anka Kuşu 80-90 dakika. Biz bir yıldır uğraşıyoruz. Böyle olduğu için, çok daha geç pişen bir yemek. Gençlerin de iş kurmak, aile kurmak gibi heyecanları var. Ama hiçbirisinde, “ben gemileri yaktım, gerekirse tavan arasında yaşayacağım” diyecek bir idealizmi göremiyorum.
* “Bir Mesut Uçakan Filmi” dendiğinde seyircinin bunu doğru algıladığını düşünüyor musunuz?
Doğrusu kendime dışardan baktığımda bunu doğru okuyamıyordum. Geçen sene çektiğim “Anne ya da Leyla” filmine kadar. Mesut Uçakan ismi öyle bir yere oturmuş ki, ben bile bu isimle mücadele ediyorum. Bir tv kanalına götürdüklerinde ismimi, sanki bir politika değişikliğine uğrayacaklar gibi karar veriyorlar kanal yetkilileri. Kendi imajlarını onunla güçlendireceklerse Mesut Uçakan’a yaklaşıyorlar, ama duruşumu değiştirmediğim için bir arada durmaktan dahi kaçıyorlar. Ama yurt dışında da filmlerimden haberdar olan insanlar var. Özbekistan’da ve ABD’de filmlerimi seyreden insanlarla karşılaşıyorum.
*Filmin vizyona girmesi herkesten çok sizin için streslidir. Siz bu zamanı nasıl atlatıyorsunuz?
Galalardan sonra, ben de kendime bunu nasıl atlatacağımı sordum. Bir gün sonrasında kimlerin geldiği çok önemli oluyor benim için. Sonra sormamaya karar verdim. Tatil yapayım, başka şeylerle uğraşayım diye düşündüm. Ama bu heyecan beni çok alıp götürmüyor. Çünkü biz zuhurata talip olmak gibi bir çabanın içerisindeyiz. Zaten takdir neyse o olacaktır. Ben biraz etkilenirim, ama Allah (cc) beni çok da üzüntüye sürüklemez diye düşünüyorum. Bunun örneğini yaşadım. “Anne ya da Leyla” filminde büyük bir borçla karşı karşıya kaldım. Eğer bu konularda bilgi sahibi olmasaydım, ciddi mânâda melankoliye düşebilirdim. Fakat Allah’a şükür, öyle dingin tuttu ki beni, hep tebessümle dolaştım. Hatta, iyi ki olmuş hallerini yaşadım.
*”Anne ya da Leyla” filmi ve ‘Anka Kuşu’nu kıyasladığımda ‘Anka Kuşu’nun içinizde çok demlenmediğini fark ettim. Anka Kuşu daha içinize sinen bir film olmuş sanki…
Bu farkı bir arkadaşımız şöyle açıkladı: Anne ya da Leyla 5 ise, bu 85. Her çocuğun kendine özgü bir sıcaklığı var. Yani bir çocuk size göre çok çirkin gelebilir, fakat bir de onu anne babasına sorun. Hepsi benim çocuğum.
|