Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Melekler derler ki: “Herbirimizin belli bir makamı vardır. Biz Allah’ın huzurunda saf saf dizilmişizdir. Biz dâimâ Onu tesbih eder dururuz.”

Saffât Sûresi: 164

28.11.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Büyük bir güçlüğün içine düştüğünüzde, "Allah bize kâfîdir. O ne güzel vekildir" deyin.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 507

28.11.2007


Yahudi ve Hıristiyanlarla dost olmak

Sual: Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur’ân’da nehiy vardır. “Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.” (Mâide Sûresi, 5:51.) Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?

Cevap: Evvelâ: Delil kat’iyyü’l-metîn olduğu gibi, kat’iyyü’d-delâlet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur’ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştakk üzerine olsa, me’haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir.

Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!

Sâniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhânı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte bu dostluk, kat’iyen nehy-i Kur’ânîde dahil değildir.

Münâzarât, s. 70-71

Lügatçe:

adavet: Düşmanlık.

âmm: Umumi, genel.

ehl-i kitap: Kitap ehli, kitaplı dinlerin mensupları. Kur’ân-ı Kerim’de genellikle Yahudiler ve Hıristiyanlar için kullanılan tâbir.

ezhân: Zihinler.

harem: Kadın, eş.

illet-i hüküm: Hüküm sebebi.

inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevî: Dünyevî ve medenî anlamda acip bir değişim.

inkılâb-ı azîm-i dinî: Dinle ilgili büyük bir değişim.

istihsan: Güzel görme, beğenme.

kat’iyyü’d-delâlet: Bir metnin işaret ettiği mânânın kesin olması.

kat’iyyü’l-metîn: Metnin, ibarenin kesin oluşu.

me’haz-ı iştikak: Türeme yeri, kaynağı.

mecâl: İmkân.

mukayyed: Bağlı, kayıtlı, sınırlı.

müştakk: 1- İştiyak etmiş, başka bir kelimeden meydana gelmiş, türemiş, türeme. 2- mat. Türev.

mutlak: Salıverilmiş, serbest bırakılmış.

Nasara: Hıristiyanlar.

nehiy: Yasak, yasaklama.

nehy-i Kur’ânî: Kur’ân’ın yasaklaması.

nifak: İki yüzlülük, münafıklık.

takyid: Kayıt ve şarta bağlama.

terakki: Yükselme, ilerleme.

ukul: Akıllar.

Zaman-ı Saadet: Asr-ı Saadet.

28.11.2007


Asırlık yalnızlık

Çok şey değişse de yüzyıllardır, insanoğlunun değişmeyen şikâyetlerinden biri de yalnızlıktır. Teknolojinin ilerlemesi buna çare olmadığı gibi belki daha da yalnızlaştırmıştır.

Her ne kadar kalabalık bir toplumda yaşasak da, ailemiz, arkadaşlarımız olsa da birey olarak bağımsızdır ve yalnızdır insan. Doğarken tek başımıza idik, öldüğümüzde de tek başımıza kabre gireceğiz.

Meselâ vücudumuzun bir yerinde hissettiğimiz bir ağrının tıpa tıp aynısını bizden başkası hissedemez. Duyduğumuz derin bir üzüntüyü başka biri tamamen anlayamaz. Bunun gibi bazı duyguları insan yalnız yaşar. Nefes alırken, uyurken, düşünürken yalnızdır. Gökteki bir yıldız gibi, yerdeki bir kum tanesi gibidir.

Dünyanın nüfusu arttıkça biz yalnızlaştık. Kalabalık caddeler arttıkça içimiz ne kadar da tenhalaştı. Kalabalık seli daha hızlı aktıkça herkes yabancılaştı, kimse kimseyi tanımaz oldu.

Biz hep birlikte olalım, herkesle tanış olalım, sevelim, sevilelim istedik. Her şeyimizi paylaşabileceğimiz birileri olsun istedik.

Zaman ilerledikçe, modern hayatların ve kıyafetlerin altında rüküş kalmış duygular ve yapayalnız insanlar olduğunu gördük.

Uzun gecelerde sabahı bekleyen hasta kadar yalnızdık. Gözlerde kaybolmuş bir çocuğun korkuları ve endişesi saklıydı.

Kaç mevsim araladı kapımızı, göründü ve kaybolup gitti. Güzel ve leziz bulduğumuz her şey çabucak bitti ve terk etti. Ve biz anladık ki, yalnızdık…

Lüzumsuz işler yakamıza yapıştıkça, dünya bizi sahte bir dostlukla içine çektikçe biz yalnızlaştık.

Evlerimizdeki konfor ve teknoloji arttıkça kabuğumuza çekildik, yabancılaştık. Katılaştık, yozlaştık… Dünya küçüldükçe biz mi büyüdük ne? İki dağ bile yakınken birbirine, biz uzaklaştık “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur” sözünün aksine. Modern yamaçların seline kapılıp yuvarlandık. Oyalandık ve aldandık…

Tüketim çılgınlığı içerisinde tükettik çılgınca ve tüketildik… Lâkin bu da çare olmadı yalnızlığımıza.

Çareler aradık çaresizliğimize… Uzaklarda bir yerler aradık hiç gidilmemiş. Ne aradığımızı bilmeden aradık… Açlık gibi susuzluk gibi bir şeydi bu yalnızlık…

Sonra başımızı kaldırdık gökyüzüne, bizi seyreden ve kâinatı şenlendiren milyonlarca yıldız bize bakıyordu. Demek ki bize dosttular, yalnız değildik. Meskenimiz ve ticaretgâhımız olan dünya da bizi üzerinde gezdiriyor, topraklarında biten sebze ve meyve gibi erzaklarla en güzel şekilde ağırlıyordu. Demek ki yeryüzü ve içindeki her şey bizim arkadaşımızdı. Gezegenler, galaksiler, kara delikler, atomlar, zerreler bizi bir an olsun yalnız bırakmıyordu.

Kâinattaki her şeyle alâkası ve bağı bulunan insan nasıl yalnız olabilirdi ki? Hâlıkımız bizi yalnız ve başıboş bırakmamış, bizi kendisine en yakın muhatap kılarken yaşadığımız ortamı da milyonlarca bize arkadaş vazifeli memurlar ile şenlendirmiştir.

Böylece çektiğimiz yalnızlığın ve perişanlığın, korkuların, mutsuzlukların çaresini bulduk. Aslında bu çare hep vardı da, biz iman gözlüğü ile bakmadığımız için göremiyorduk.

Nerede, nasıl ve hangi şartta olursak olalım yalnız olmadığımızı biliyorduk artık. Yaratıcımızın çok değerli, nazik, nazenin, nazlı bir kulu olduğumuzu, Onun hep yanımızda olduğunu, bizi bir an olsun yalnız bırakmadığını biliyorduk.

Ve anladık ki, biz Yaratıcımızdan uzaklaştıkça yalnızlaşıyoruz, kimsesizleşiyoruz. Bize dost olan kâinattan ve içindekilerden de uzaklaşıyoruz. Kendimize sahte bir dünya kuruyoruz, ya da kurmaya çalışıyoruz. Ve bu sahte dünyanın içinde yalnızlığımıza bir çare arıyoruz. Ama nafile…

Velhasıl-ı kelâm, Onu bulana her şey dosttur ve zindanda da olsa saraydadır; Onu bulamayan ya da Ondan uzaklaşan sarayda da olsa zindandadır ve ona her şey düşmandır.

Mehtap YILDIRIM

28.11.2007


Kaleningrad’dan mektup

[Rusya’nın Kaleningrad şehrinde yaşayan, Nur Talebesi olmak isteyen, 1958 doğumlu, mimarlık kolejinde muallim, 2004 yılından beri mebusluk yapıp bu vazifede bir çok defa taltif gören Vladimir Semyonoviç Yojikov’un Mektubu]

Aziz ağabey ve kardeşlerim,

Bir olan Hâlık’a iman eden biz Müslüman ve Hıristiyanların en mühim vazifesi, imanımızla, dâvâmızla, bütün kuvvet ve gayretimizle imansızlığa ve anarşiye karşı mücadeledir.

Bu kudsî vazifeye, bizi, bütün dünyada sayıları yüz milyonları geçen ve kalpleri maneviyâta karşı boş olup, ruhları Cehennemin manevî azabını tadan gençlerin kalp ve ruhları dâvet ediyor. Bu mânevî boşluğu yaşamakta en çok zorluk çeken Rusya ve bilhassa benim vatanım olan Kaleningrad gençliğidir.

Benim bir çok öğrencim, bana en çok bu suâlleri soruyor: “İstikbalimiz nasıl olacak? Hayatın mânâsı nedir? Hayatımızda bize rehberlik edecek kimdir?”

Bize rehberlik edecek olan anne ve babalarımız, kardeşlerimiz bizi yalnız bırakıp adeta bizden kaçıyorlar. Nihayette şöyle bir cevap buldum: Allah’a iman ve muhabbetin neticesinde hâsıl olan saadetli bir hayat. Bu cevabı bulmama sebep olan, koleje ders yapmaya dâvet ettiğim Müslüman gençler ve Risâle-i Nur eserleridir. Bu tarzdaki dinî ve ilmî bir ders, Rusya’nın kolejlerinde ilk defa Kaleningrad’da yapıldı.

“Allah’ın (cc) tasarrufâtı nasıldır? Mâneviyât ve ahlâk nedir? Muhabbet nedir? İnsanlara ve bütün mahlûkata karşı sevgi nasıl olur? İnsanın kendini tanıması ne demektir?” Talebelerim bu terimleri ilk defa Risâle-i Nur’la duyuyorlar. Ben de bu vesileyle 25-30 senelik muallimlik ve mebusluk hayatımın en zevkli anlarını yaşadım. İlk defa, ders hiç bitmesin, zil çalmasın hissiyâtı bende uyanmakla böylece fanide bakiyi yaşadım.

Gördüğüm ve anladığım şu ki, bu dersler vesilesiyle benim çok sevdiğim talebelerimin ve manevî evlâtlarımın simasında bir nur, gözlerinde bir parıltı ve hallerinde ilk defa bir ümit görüyordum. Bu hâl, Risâle-i Nur’la kıvılcım almış bir vaziyettir.

Aziz ağabey ve kardeşlerim!

Ben Vladimir Yojikov, memnuniyetle bildiriyorum ki, Risâle-i Nurlarda haber verilen küfr-ü mutlaka karşı Müslüman-Hıristiyan beraberliğinin bir numunesi Kaleningrad şehrinde gözümüzün önünde tahakkuk ediyor. İstikbale ait ümitlerim çok kuvvetlendi. Allah’ın yardımı bizimledir.

Madem ki Allah bizim kalbimizde maneviyât ve iman ateşini yaktı. Biz de milyonların kalbinde bu ateşin yanması için gayret edeceğiz. Bu parlak saadetin onlara da ulaşmasına çalışacağız. Böylece çok insanları hakikî mânâda sevindirmiş oluruz. Bunu kendimiz için en büyük bir vazife biliyoruz.

Aziz ağabey ve kardeşlerim,

Sizden ricam, bu hizmette beraber olalım, yardımlaşalım ve aynı safta bulunalım. Hedefimiz belli. Gittiğimiz yol çok güzel. Allah ve ebediyetle bağlı. Bu işler hep Allah içindir.

Vladimir Semyonoviç Yojikov

(www.nursozler.net)

28.11.2007


BİR KISSA, BİN HİSSE

Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri Allah korkusundan o kadar ağlardı ki, gözleri şişerdi. Namazda öyle kalırdı ki, ayakları şişerdi. Şöyle derdi:

“Eğer benim ile Allah arasında ateşten deniz olsaydı, Rabbime iştiyakımdan geçmek için kendimi ateşe atardım!”

Bununla birlikte Hazret-i Cüneyd gecenin bir bölümünde uyur ve istirahat ederdi. Kalbe iman hayat verince uykunun da ibadet olduğunu söylerdi.

Bir gün, Ali bin Sehl Hazretleri, Cüneyd-i Bağdadî Hazretlerine mektubunda şöyle yazdı:

“Uyku gaflettir. Allah dostu kendini uykuya vermez. Yoksa maksuduna ulaşamaz! Hak Teâlâ Hazret-i Dâvud Aleyhisselâma, ‘Beni sevdiğini söyleyip de, gece yatıp gözüne uyku giren kişi yalan söyler!’ diye vahy etti.”

Cüneyd Hazretleri cevaben yazdı ki:

“Hak Teâlâ yolunda muâmelemiz, bizim uyanıklığımız demektir. Bizim uykumuzun Hak katında yeri vardır. Uyku bizim elimizde değildir ve Hakkın emridir. Bir şey ki, bizim elimizde olmaksızın Haktan gelir, o şey bizim için efdaldir, önemsenmeye değer! Uyku, Allah’ın dostlarına hediyesidir. Nitekim Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm şöyle buyurmuştur: ‘Âlimin uykusu, cahilin ibadetinden üstündür.’”

Süleyman KÖSMENE

28.11.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri